Türkiyenin dış politika alanında izlediği denge politikalarını analiz ettiğimiz önceki yazılarımızda, Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra izlenen Batılı büyük devletler ile Sovyet Rusya arasındaki denge politikasının İkinci Dünya Savaşı sürecinde bozulduğunu belirtmiş...
Ve 'Dostluğun bozulmasında, bir yandan Türkiye'de özel sektörün savaştan güçlenerek çıkan ABD ile yakınlaşma isteği, öte yandan Doğu Avrupa'nın önemli bir bölümünü denetimi altına alarak bir blok oluşturan Stalin yönetiminin Türkiye'den Kafkaslar ve Boğazlar konusunda kabul edilemez taleplerde bulunması da rol oynamıştır' demiştik...
Gerçekten de sözünü ettiğimiz dönemde, dünyanın 'iki süper devlet'inden biri haline gelmiş olan Stalin Rusya'sı, İkinci Dünya Savaşı sonrası zafer havası içinde Türkiye'den Kafkaslar ve Boğazlar konusunda Cumhuriyet yönetiminin kabul edemeyeceği bazı tavizler istemiş, bu durum Türkiye'nin ABD'nin kollarına atılmasını kolaylaştırmıştır... Ancak Türkiye'nin, hızla NATO üyesi ve ABD'nin başında bulunduğu kampın en sadık üyesi haline gelmesinde belirleyici etken, yukarıda sözünü ettiğimiz, 'özel sektörün savaştan güçlenerek çıkan ABD ile yakınlaşma isteği' olmuştur.
***
Bu gelişmeyi anlamak için Türkiye'de özel sektörün gelişme sürecini tekrar hatırlamamız gerekmektedir... 1930'lu yıllarda izlenen devletçilik politikasının aslında özel sektörün gücünün yetmediği ya da yeterince karlı bulmadığı işletmelerin devlet eliyle kurulduğu bir 'karma ekonomi' olduğunu belirtmiştik...
Bu süreçte Devlet, çimento fabrikaları, demiryolları, dokuma, tütün, şeker fabrikaları gibi tarımsal sanayi işletmeleri kurarken...
Özel sektör daha çok bu fabrikaların etrafında gelişen ticaret ağından yararlanarak palazlanmış ve bu süreçte Batılı büyük kapitalist şirketlerin acentalığını yapmıştı.
***
Savaş sırasında güçlenen özel sektör, savaş sonrasında devletin tekelindeki sanayi alanına da girmek ve o zamana kadar bürokrasi tarafından yönlendirilmiş ekonominin iplerini ele geçirmek istiyordu...
Bunun yolu ekonomik alanda Batılı büyük şirketlerin sanayi ürünlerinin montajlarını ülkede yapan işletmelerin kurulmasından...
Siyasal alanda ise geçmişte devletçi politikaları uygulamış siyasal iktidarın yerini 'iş çevreleri tarafından yönlendirilecek' yeni bir partinin almasından geçiyordu.
***
O dönemde Avrupa'da neredeyse tüm sanayi işletmeleri yıkıma uğrarken bu yıkımdan yararlanarak zenginleşen ABD, kapitalist dünyanın lideri olarak ön plana çıkmıştı...
Türkiye'deki yönetici sınıflar açısından ABD'nin İngiltere ve Fransa gibi ülkelerden bir farkı vardı... Avrupalı emperyalist ülkeler Birinci Dünya Savaşı sınrasında Sevr Anlaşmasıyla Türkiye'nin paylaşılmasından aslan payını almak için mücadele ederken, 'arka bahçe' olarak gördüğü Amerika kıtasındaki konumunu sağlamlaştırmakla uğraşan ABD, durumu 'uzaktan' izlemiş, bu nedenle de diğer emperyalist devletler gibi ulusal kurtuluş mücadelesinin hedefi olmamıştı...
Bu nedenle, ulusal kurtuluş savaşına katılan kadroların liberal kesimleri Sivas Kongresinde ABD himayesinde kurulacak bir 'bağımlı devlet' anlayışını savunmuş ve bu tür bir rejimin 'Asyatik' Türk toplumunu 'medenileştireceğini' öne sürmüşlerdi.
***
İkinci Dünya Savaşı sonrasında yerli sermaye çevrelerinin bu ülkeyle bütünleşerek büyüme isteği Sovyet Rusya'ya karşı dayanacak bir güç arayan politikacıların ABD himayesine yönelmesiyle birleşince eski 'mandacılık' anlayışı farklı bir biçimde yeniden 'hortladı'!..
O dönemde CHP iktidarının çıkmaza girmiş tarım politikalarını gözden geçirerek küçük çiftçiliği modernleştirmeye yönelik bazı projeler uygulaması ve bir 'Toprak Reformu Kanunu' hazırlaması, bu süreci daha da hızlandırdı...
Ve Türkiye, yerli özel sermaye, CHP iktidarının toprak reformu politikalarından rahatsız olan büyük toprak sahipleri ve CHP içinde öteden beri 'liberal' akımın temsilciliğini yapmış siyasal kadronun önderliğinde 'küçük Amerika' olma hayaline kapıldı.
***
Bu yolun sonunda Cumhuriyetin dış politikadaki denge politikası kısa zamanda yerini tek yanlı bir ABD bağımlılığına bırakacak...
Türkiye, NATO'ya girerek silahlı kuvvetlerini bile Brüksel'de üslenmiş ABD önderliğindeki Batılı güçlerin emrine verecek...
Ve 'soğuk savaş' ortamında 'komünizm tehlikesi'ne karşı kurulan cephenin en ön saflarında savaşırken, ekonomisini adım adım 'liberalleştirerek' ekonomik bağımsızlık hedefini terk edecekti.
(Devam edecek)