Edebiyat, sadece kelimelerden ibaret değildir; aynı zamanda toplumların vicdanı, kültürel belleği ve değişimin en güçlü araçlarından biridir. Bu gücü en derinden hissedenlerden biri de Yazar Gülcan Arıcan... Küçük yaşlarda başlayan edebiyat yolculuğunda kalemini hem bireysel hem de toplumsal mücadeleye dönüştüren Arıcan, “Her güçlü kadın yazar, değişimin öncüsüdür” diyerek kadının sesi olmanın ve yazmanın dönüştürücü gücünü anlatmaya devam ediyor. Biz de kendisiyle yazmanın anlamı, edebiyatının önemi ve Türkiye’de gençlerin kişisel gelişimine dair samimi ve düşündürücü bir sohbet gerçekleştirdik.

· Sizi tanıyabilir miyiz? Edebiyat yolculuğunuzu bizimle paylaşır mısınız?

Öncelikle bu keyifli röportaj için size çok teşekkür ederim. Kısaca kendimden bahsetmek gerekirse, 1983 yılında Malatya’da dünyaya geldim. Dünyalar güzeli bir evladın annesiyim. İdeallerinin peşinden koşan, ülkesini, sanatı ve edebiyatı daha ileriye taşımak için mücadele eden realist bir yazar olarak tanımlıyorum kendimi. Eğitim hayatım edebiyat dünyasının oldukça dışında gelişti açıkçası. Bu ülkede eğitimini tamamlayıp mesleğini icra edebilen insan sayısının ne kadar az olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu durum benim için de geçerli oldu. Edebiyata olan ilgim ve aşkım lise yıllarında başladı. Şu hayatta en iyi bildiğim ve belki de en iyi yapabildiğim şey okumak ve yazmak.

· “Mihra” ve “Bir Narsistle Yaşam” kitaplarınızın çıkış noktaları nelerdi? Okuyucularınızdan ne tür geri dönüşler aldınız?

İlk kitabım “Mihra” ile toplumun çıkaramadığı sesi duyurmak istedim. Kitabımda toplumsal olgulara geniş yer verdim. Kıymetli okuyucularımdan gelen olumlu geri dönüşler beni ziyadesiyle mutlu etti. Biz yazarlar, kalemimizi anlayan siz değerli okurlarımızla daha da güçleniyoruz. İkinci kitabım “Bir Narsistle Yaşam” benim için bir dönüm noktasıydı. Kurgu ve gerçek hayatın harmanlanmasından oluşan bir eser. Bu roman, bu topraklarda isimleri farklı ama kederleri aynı olan; hayattan koparılmış tüm isimsiz kadınlara ithaf edildi. Tüm kalbimle ve içtenlikle okunmasını temenni ederim.

· Yazarken şahit olduklarınızı mı anlatıyorsunuz yoksa tamamen kendi iç dünyanızı mı yansıtıyorsunuz? Okuyucularla bağ kurmayı nasıl başarıyorsunuz?

Bu sorunun cevabını önceki yanıtlarda kısmen verdim ama detaylandırmak isterim. Benim için bir eser yaratmak, yalnızca kelimeleri yan yana getirmek değil; ruhun en gizli kıvrımlarına, kalbin sessiz çığlıklarına dokunmak anlamına geliyor. Ebedi ve edebi değeri olan bir eser yaratmanın, vahdetin beşerde vücut bulması gibi müstesna bir hal olduğunu düşünüyorum. Yani, bir kitabın varlığı sadece bir anlatıdan ibaret değil; aynı zamanda bir varoluş biçimidir. Yazarken bazen şahit olduklarımı, bazen kendi iç dünyamı, bazen de hiç tanımadığım insanların hayalini kaleme alırım. Ama ortak nokta şudur: Her karakter, her olay, bir şekilde kalbime değmiş olmalı ki kalemime aksın. Bu nedenle yazdıklarım hayal ürünü dahi olsa, gerçek bir duygunun, hissin, yarım kalmış bir hayatın izini taşır. Gerçeği hayalden, hayali gerçekten ayıran tek şey anlatımdaki samimiyettir. Ben de kalemimle hep o samimiyeti ararım. Bir karakterin zihnine girerken onun acısını da yükleniyorum, hüznünü de, çaresizliğini de... Yazarken yalnızca bir kurgu inşa etmiyorum, aynı zamanda o kahramanın iç sesi oluyorum. Bu sesin yankısı okura ulaştığında ise aramızda görünmez bir bağ kuruluyor. Çünkü her okur, bir karakterde ya kendisini ya da bir başkasını buluyor. Kitaplarla kurulan bağın özü de burada saklı: Anlatılan yalnızca bir hikaye değil, aynı zamanda bir duygunun aynasıdır. Okuyucularla kurduğum bağı, belki de en çok samimiyete borçluyum. İçimden geldiği gibi yazıyorum; süslemelerden, kalıplardan uzak. Çünkü biliyorum ki, kelimelerin ötesine geçebilen tek şey duygudur. Eğer bir cümle, bir insanın yüreğine dokunabiliyorsa, işte orada gerçek bir bağ kurulmuştur. Benim için yazmak, bazen bir iyileşme süreci, bazen bir isyan, bazen de sadece sessiz bir haykırış… Her ne olursa olsun, yazdığım her satırda insanı anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum. Ve sanırım okuyucularla aramdaki o güçlü bağ da tam olarak buradan doğuyor.

“ÖZGÜR DÜŞÜNCE VE SORGULAMA KÜLTÜRÜNÜ GÜÇLENDİRMELİYİZ”

· Sizce Türkiye’de gençlerin kişisel gelişimini baltalayan temel zihinsel ve yapısal engeller nelerdir? Bu döngüyü kırmak adına ne yapılabilir?

Kişisel gelişim sadece bireyin kendini tanıması ya da potansiyelini keşfetmesiyle sınırlı bir süreç değildir; aynı zamanda toplumun kültürel, eğitsel ve ahlaki yapısıyla da doğrudan ilişkilidir. Ne yazık ki Türkiye'de gençlerin büyük bir kısmı bu alanda yetersiz kalıyor. Bunun temelinde ise sistematik eksiklikler, eğitimdeki yapısal çarpıklıklar ve sorgulamaktan uzak, ezbere dayalı bir yetiştirme tarzı yatıyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözü hala bize rehber olmalı: “Bir çocuk, bir öğretmen, bir kitap ve bir kalem tüm dünyayı değiştirebilir…” Ancak biz bugün o çocuklara ne öğretmeni tam anlamıyla ulaştırabiliyoruz ne de o kitabı ellerine güvenle verebiliyoruz. Eğitim sistemimiz ne yazık ki bireyin düşünsel derinliğini artırmak yerine, onu sınav kalıplarına hapseden bir düzene dönüşmüş durumda. Bununla birlikte, toplum olarak dogmatik kalıplara sıkı sıkıya bağlıyız. Bu da bireyin özgür düşünebilmesini, kendini geliştirebilmesini ve empati kurabilmesini neredeyse imkansız hale getiriyor. Sosyal çürüme dediğimiz olgunun temelinde de bu var: okumayan, sorgulamayan, sadece kendi çıkarını düşünen, dünyayı başkalarının gözünden görmeyi beceremeyen bireyler yetişiyor. Bu gidişatı durdurmak istiyorsak ilk yapmamız gereken şey, çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandırmak olmalı. Ama burada kastettiğim sadece kitap okumak değil; dünyayı, insanı, hayatı okumak… Onlara kelimelerle kurdukları bağın aynı zamanda kendileriyle kuracakları bağ olduğunu öğretmeliyiz. Çünkü bir insan ne kadar çok okursa, o kadar çok hayat tanır. Ve tanıdığı her hayat, onun kişisel gelişimine katkı sağlar. Ebeveynlere, öğretmenlere ve toplumun tüm yapı taşlarına düşen görev ise; gençleri sadece başarılı bireyler olarak değil, vicdanlı, sorumluluk sahibi ve düşünceye açık bireyler olarak yetiştirmektir. Ancak o zaman kişisel gelişimden söz edebiliriz. Çünkü gelişmek, önce insan olmaktan geçer.

· Edebiyat sevgisini ilk aşılayan yazar kimdi sizin için?

Bu sorunun cevabı benim için çok net: Yaşar Kemal. Sadece Türkiye’nin değil, dünyanın önde gelen edebiyatçılarından biri ve aynı zamanda bir insan hakları savunucusu. Onun kitaplarıyla büyüdüm. Kaleminden dökülen her kelimeyi zihnime kazıyarak okudum. Bugün çıktığım edebiyat yolculuğunda onun eserleri bana ışık tuttu. Kendisine saygı ve özlemle minnettarım.

“ZAMANA DİRENEN EDEBİYATIN SIRRI: RUH VE İÇSEL DERİNLİK”

· Sizce bir edebi eseri zamanın ötesine taşıyan, onu yıllar sonra bile değerli ve anlamlı kılan unsurlar nelerdir?

Edebiyatta kalıcılık, bir eserin yalnızca kendi döneminde değil, on yıllar hatta yüzyıllar boyunca farklı nesiller tarafından okunabilmesi, her okunduğunda yeni anlamlar kazanabilmesi ve evrensel duygulara hitap edebilmesidir. Kalıcı eserler, dönemsel meselelerden beslenmiş olsalar bile; zamanla sınırlı kalmaz, değişen dünya düzeni içinde bile geçerliliğini korur. Çünkü insanın temel meselelerine aşk, acı, adalet, umut, yalnızlık, mücadele gibi evrensel duygulara dokunurlar. Bu anlamda kalıcılığı belirleyen şey yalnızca dilin güzelliği ya da olay örgüsünün gücü değildir. Asıl belirleyici olan, metnin taşıdığı ruh, içsel derinlik ve insana dair hakikati ne ölçüde yakalayabildiğidir. Yaşar Kemal, Sabahattin Ali, Sait Faik Abasıyanık gibi ustaların kalıcılığı da buradan gelir. Onlar, insanı anlamaya çalışan ve bunu evrensel bir dile dökebilen yazarlardı. Bugün hala okunuyorlarsa, bu; onların çağları aşan birer edebi miras bırakabilmiş olmasındandır. Ne yazık ki günümüz dünyasında, özellikle de bizim coğrafyamızda, edebiyata ve sanata gereken önem verilmiyor. Toplumun büyük bir kesimi, sanatın dönüştürücü ve iyileştirici gücünden habersiz ya da uzak büyüyor. Kitap okuma oranlarının düşüklüğü, gençlerin edebiyata yabancılaşması ve sanatı yalnızca “boş zaman etkinliği” gibi görmesi, kültürel bir erozyona neden oluyor. Oysa edebiyat sadece bir anlatı değil, bir toplumun vicdanı ve hafızasıdır. Düşünen, sorgulayan, empati kurabilen bireylerin yetişmesi için edebiyatla erken yaşta tanışmaları büyük önem taşır. Kalıcı edebiyat eserleri, yalnızca okurda estetik bir haz uyandırmakla kalmaz, aynı zamanda bir düşünme ve hissetme biçimi de kazandırır. Kısacası, edebiyatta kalıcılık; sadece zamana değil, zihne ve kalbe direnebilmektir. Kalıcı olmak için yazmak değil, kalıcı bir iz bırakmak için üretmek gerekir. Ve bu iz, ancak hakikate ve insana içtenlikle temas edildiğinde mümkün olur.

“ÖZGÜRLÜK ÖNCE ZİHİNDE SONRA SATIRLARDA FİLİZLENİR”

· Günümüzde kadınların edebiyattaki sesi giderek daha çok duyulsa da, toplumsal eşitlik mücadelesi hala sürüyor. Sizce kadın yazarların bu süreçteki rolü nedir ve yeni nesil kadın kalemlere hangi mesajı vermek istersiniz?

Kadının toplumsal konumu ne yazık ki yüzyıllardır tartışma konusu olmaya devam ediyor. Oysa kadın, insanlığın varoluşundaki temel taşıdır. Tarihsel süreçte anaerkil yapılardan sözde “medeniyet” adı altında ataerkil sistemlere geçildiğinde, kadının sesine ket vuruldu, emeği görünmez kılındı, kimliği sınırlandırıldı. Bugün hala toplumsal, kültürel ve ekonomik alanlarda kadınların mücadele verdiğini görmek, gelişen teknolojiye rağmen zihinsel dönüşümde geri kaldığımızı gösteriyor. Ama bu gidişata boyun eğmek zorunda değiliz. Özellikle yeni nesil kadın yazarlara en büyük tavsiyem şu olurdu: Hayallerinizden, kaleminizden ve inandığınız yoldan asla ama asla vazgeçmeyin. Çünkü kalemin ucu yalnızca mürekkep değil, cesaret de taşır. Yazmak; hem kendini ifade etmenin hem de bir başkasına güç vermenin en kadim yollarından biridir. Her yazdığınız cümle, bir başka kadının sessiz çığlığına tercüman olabilir. Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözü hala yolumuzu aydınlatıyor: “Dünya üzerinde gördüğümüz her şey kadının eseridir…” Bu söz sadece bir övgü değil, bir sorumluluk çağrısıdır aynı zamanda. Kadının hayatın her alanında yer alması, sadece hak ettiği bir pozisyon değil, toplumun da sağlıklı bir geleceğe evrilmesi için zorunluluktur. Kadın yazarların kalemiyle şekillenen bir edebiyat, toplumun vicdanına seslenen bir anlatıdır. Bu nedenle, yazmak isteyen her kadının cesaretle, tutkuyla ve inatla bu yolda yürümesi gerektiğine yürekten inanıyorum. Unutmayın, özgürce yaşanacak bir dünya önce zihinde, sonra satırlarda filizlenir. Ve her güçlü kadın yazar, bu değişimin öncüsüdür.

· Geleceğe dönük plan ve projelerinizi bizimle paylaşır mısınız?

Bir anne olarak öncelikli hedefim, bu topraklarda vicdanlı, eğitimli ve bilinçli bireyler yetiştirebilmek. Çünkü inanıyorum ki; bir toplumun geleceği, yetiştirdiği çocukların karakteri ve değerleriyle şekillenir. Evladımı sadece bilgiyle değil, aynı zamanda empati ve sorumluluk duygusuyla donatmak; onun özgür ve düşünen bir birey olarak hayata atılması benim en büyük arzularımdan biridir. Bir yazar olarak ise kalemimi, toplumun derin yaralarına dokunmak için kullanmaya devam edeceğim. Yazmak benim için sadece bir meslek değil; bir sorumluluk, bir mücadele alanıdır. Toplumsal sorunlara ışık tutmak, görünmeyeni görünür kılmak ve sessiz kalanların sesi olmak yolunda elimden geldiğince üretmeye, yazmaya devam edeceğim. Hayallerimden asla vazgeçmeden, her kelimede bir umut, her satırda bir mücadele taşıyarak yoluma devam edeceğim. Sözlerime, kitabımdan bir alıntıyla son vermek isterim: “Keşkeler ile başlayan cümleleriniz dilinize pelesenk olmuşsa şayet, tamamlayamadığınız ve yarım kalmış bir hayat hikayesinin baş kahramanısınız demektir…”

Kaynak: BAŞKENT GAZETESİ-TOLGA ALCA