Ülkemizde, hatta yurtdışında (Çünkü Almanya'dan Hollanda'ya dek o kadar çok ülkede Türkiye'den göç etmiş ve yaşayan var ki… Onlar da dahil…) ne çok telefon arandığında o müzik çalıyor…

Sayısız telefonda…

Nereden biliyorum?

Sokaklarda, parklarda, otobüslerde, o kadar çok rastladım ki…

Hem de her yaştan insanın telefonunda.

Bazen bu müzik çalınca telefonu açan gencecik bir kızdı, bazen 70 yaşında bir adam…

Ve ben telefonu o müziğe ayarlı kime rastlasam, sevgiyle baktım… 'Ben'den bildim. Ruhumla buluşan, kardeş olan olarak gülümsedim onlara…

Ama biri var ki…

Telefonu o müziğe ayarlı.

Arasanız, o müzik çalıyor da…

Ben hiç karşılaşmadım. Görüşmedim telefonda…

Yine de biliyorum ki, onun telefonunu o müziğe ayarlaması bambaşka bir anlam içeriyordu… Bambaşka bir duyguydu onun için bu müziği duymak… Arayanlara, onlar bilmese de, 'Merhaba!' demeden önce, bu müziğin çağrışım dünyasına savrulmak…

***

Hangi müzikten söz ediyorum?

Bugün insanların ilkel bir çalgı aleti gibi gördüğü…

Bir zamanlar bütün Köy Enstitülü öğrencilerin elinde olan mandolinle çalınan bir müzik…

Sevgiyi anlatan…

'Sevgi emektir!' diyen…

Bütün bir Anadolu coğrafyasını ezginin kanatlarına yükleyip savuran…

Sezdiren, düş gördüren, özleten, anımsatan, ağlatan…

Cahit Berkay'ın, 1977'de bir sinema filmi için yaptığı müzikten…

'Selvi Boylum Al Yazmalım'ın müziğinden…

***

O, telefonu hep 'Selvi Boylum'un müziğiyle açılan ama bu müzikle açılan diğer telefonlardan farklı olarak özel bir düş dünyası yaşayan kişi mi?

Cengiz Sezici…

Bilmiyorsunuz değil mi?

Çünkü, Türk sinemasının en unutulmazı olan 'Selvi Boylum, Al Yazmalım'ı, Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin'den ibaret sanıyor herkes.

İstanbullu şoför, Asya ve Cemşit'ten ibaret…

Öyle sanıyoruz…

Bir de Can'ı var o filmin…

İşte o!

O filmin afişindeki yedinci kişi…

Ve o kişi, bu filmle, bir film afişinde adını görmüştür ilk kez…

Unutulur mu bu?

Taşınmaz mı bir ömür boyu?

***

Hiç görüşmediğim halde telefonunun hep o filmin müziğiyle açıldığını nereden mi bliyorum?

Ankara'mızın İstanbul'a 'ihraç ettiği' nice değerli şairden biri olan Salih Bolat'ın (Zaten İstanbul, Ankara'dan ithal sanatçılarla zengin değil mi?) sosyal medyadaki paylaşımından…

Şöyle yazdı Bolat, güzel mi güzel bir fotoğrafın altında onun öldüğü gün:

'Cengiz Sezici.... Komşum, hemşerim, dostum. Hep bu pencerede otururdu. Dün akşam üzeri yine penceresinden selamlaştık. Moda Caddesi üstündeki bu sarı evin penceresi, benim de bir yerde kişisel tarihimin tanığıydı. Çünkü çocukluğumuzda ve ilk gençlik yıllarımızda aynı mekanları, aynı toplumsal çevreyi paylaşmıştık. Ta 1970'lerin başında, ben Adana'da ortaokul öğrencisiyken, okulun biraz ilerisinde tabela atölyesi vardı. 'Tabela ressamlığı' yapıyordu ama tiyatroyla da ilgiliydi. Adana'da ilerlettiği oyunculuğunu Ankara'da sürdürdü. Sonra İstanbul'a geldi. Rastlantıya bakın ki yine aynı mahallede buluştuk. Sinemaya girdi. Birçok filmde oynadı. Ama sanırım onun da (bunu birkaç kez kendisiyle de konuşmuştuk) en sevdiği ve oyunculuğunun en iyi işi saydığı 'Selvi Boylum Al Yazmalım' filmindeki rolüydü. Cep telefonunun zili o filmin müziğine ayarlıydı. Şimdi hüznün müziğine ayarlanmıştır sanırım. Çünkü artık o pencere boş.

Ölüm sana da yakışmadı Cengiz Sezici, tıpkı bugün yitirdiğimiz Cüneyt Cebenoyan gibi. Güle güle size acının adamları, güle güle...'

***

Güle güle Cengiz Sezici…

Güle güle Cebenoyan (Acılı bir öyküsün sen de… Sözcüklerin kifayetsiz kaldığı bir öykü)…