Giordano Bruno'yu bilirsiniz…

16. yüzyılda Rönesans felsefesini biçimlendiren düşünürlerden… İtalyan felsefeci.

Tarikat üyesiydi. Kopernik sistemini tanıyınca tarikatla yollarını ayırdı. Evrenin sonsuzluğunu savundu. Dünyamızın dışında başka gezegenlerin de olduğunu…

Aykırıydı. Zamanında kabul edilen inançlara aykırıydı düşündükleri, savundukları… 'Sapkınlık'la suçlandı. Baskılardan kurtulmak için bir kaçak gibi yaşadı. Roma'ya, oradan Kuzey İtalya'ya…

Kaçışı hiç bitmedi!

Cenevre, Paris, Londra…

Sorbonne Üniversitesi'nde kürsü bile edindi, kitaplarını bile bastırıyordu ama...

Bir İtalyan aristokratın çağrısına uydu. Venedik'e gitti. Bu gidiş onun 'Gözlemsel astronominin babası' Galileo Galilei ile (Ki o da engizisyonun saldırısına uğramıştır) tanışmasını sağladı. Sağladı sağlamasına da, idamına da sebep oldu. İtalyan aristokrat Macenigo onu Engizisyon'a teslim etti. Roma Katolik Kilisesi'nin Engizisyon Mahkemesi'nde yargılandı. Düşüncelerini inkar etse affedilecekti. Etmedi.

Diri diri yakılarak öldürülmeye layık bir 'sapık'tı işte!

Öyle yaptılar…

Yaşam serüveniyle, savunduklarıyla birlikte, belki hepsinin özeti gibi olan şu sözü insanlık tarihinin sayfalarında unutulmaz olarak asılı kaldı:

'Tanrı, iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar.'

***

Bruno ve Galilei'nin yaşam serüvenlerinin üzerinden yüzyıllar geçmiş. 20. yüzyılın sonlarına yaklaşmışız.

Yıl 1996.

Ama Sıvas'ta, onların düşüncelerini savundukları için aydınlarımızın ve semahçıların yakılmasının üzerinden henüz üç yıl geçmiş.

Akün Sahnesi'nin merdivenlerinde bir tiyatro emekçisi; yazar olarak, oyuncu olarak, yönetmen olarak tiyatroya ömrünce emek vermiş bir insan bana Bruno'yu anlatıyordu.

Zaten Bruno'yu anlatma nedeni de Sıvas'tı. İnsanın, insanların yakılarak öldürülmesi… Bruno'nun serüvenini oyun olarak yazdığını, şimdi de sahnelemeye hazırlandığını anlatıyordu.

Erhan Gökgücü'ydü o!

***

Sonrasında 'arkadaş', 'dost', 'abi' sözcüklerinin hepsine yakışan birisi olarak yer aldı yaşamımda.

1939 doğumlu. Henüz ortaokul ve lise yıllarındayken piyano ve şan eğitimi almıştı. 1963'te, Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü'nü bitirdi. Devlet Tiyatroları'nda bir süre çalıştıktan sonra sanat yaşamını özel tiyatrolarda sürdürdü. Arena, Ankara Sanat Tiyatrosu, Ankara Oyuncuları…

Sonra yeniden Devlet Tiyatroları'na döndü. Trabzon Devlet Tiyatrosu'nun kurucusudur. Adana Devlet Tiyatrosu'nda müdürlük ve sanat yönetmenliği yaptı.

İzmir Devlyet Konservatuvarı ile Ege Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu'nda ve mezunu olduğu Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü'nde dersler verdi.

1998'de Devlet Tiyatroları'nda Başrejisör oldu.

Sanat yaşamında 70'e yakın oyunda rol aldı.

Rejisör olarak 40'a yakın oyunu sahneye koydu.

Dahası sanata ve tiyatro estetiği üzerine yazılar yazdı.

Oyunlarının ve bu yazılarının yanısıra iki uzun öyküsü (Can Kızla Türkü Çobanı ve İnsan Terinde Büyüyen Çiçek), şiirleri, 'Reji Sanatı' adlı kuramsal kitabı yayımlandı.

'Giordano Bruno'yu sahneye koyduğunda (Başrolde Durukan Ordu vardı), Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'inin Aziz Nesin adına düzenlediği büyük ödül ona verilmişti yazar olarak. 'Promete 1940' oyunu ise ona yine yazar olarak Hasan Âli Yücel Ödülü'nü kazandırdı.

Sivil toplum örgütlerinin gücüne inanıyordu. Başta Kültür-Sen olmak üzere bir çok sivil toplum kuruluşunda görev aldı, başkanlık yaptı. 10 yıldır da Tiyatro Oyuncuları Meslek Birliği'nin başkanıydı.

***

Bu arada, pek anılmayan bir yanından da söz etmeliyim…

Ortaokul ve lise yılarındayken piyano ve şan eğitimi almıştı ya…

Kurucularından olduğu Ankara Oyuncuları'nın sahnelediği Aziz Nesin'in 'Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz' ile 'İbiş Hazretleri'nin müziklerini de bestelemişti.

***

Onu Bruno oyununa hazırlanırken tanımıştım. Bruno gibi, bilimin ve özgürlüğün yanında bir yaşam sürdü.

Ama hep tiyatro odağında…

Ömrünü tiyatro sanatına adamış böyle bir insanın ölümünden sonra tiyatro salonunda tören istememesinin nedenini düşünmeli!