Önceki yazımızda AKP’nin kuruluş aşamasında yaşanan ekonomik sıkıntılar ile rakip partilerin yolsuzluk ve politikalarının toplumda uyandırdığı tepkilere değinmiş...

Bu atmosferin eski partilerin tamamına yakınının baraj altında kalmasına, CHP’nin oylarının ise yüzde 20 bandının altına düşmesine yol açtığını...

Buna karşılık, AKP’nin girdiği ilk seçimde yüzde 34 oyla tek başına iktidara gelmesine önemli katkı sağladığını söylemiştik.

***

Son yerel seçimlerde AKP’nin aldığı yüzde 35,48 olduğunu düşünürsek, 22 yıl sonra bile AKP’nin 2002 yılında tek başına iktidara gelmesini sağlayan oy oranını muhafaza ettiğini, hatta az miktarda da olsa artırdığını görebiliriz...

O zaman neden muhalefet bayram ederken AKP’de bir bozgun havası yaşanmaktadır?..

Bu sorunun cevabı, 2002’den itibaren yukarı doğru yükselmiş olan ve AKP’yi yüzde 49’a kadar taşımış olan başarı eğrisinin hızla aşağıya  doğru yönelmiş olmasında aranmalıdır.

***

Aslında bu “iniş”, son cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri öncesinde başlamıştı...

Ancak o dönemde altı partinin bir araya gelmesiyle “birleşmiş” görünen muhalefet aslında kimseye güven verememiş ve toplumdaki “istikrar” arayışı ikinci turda Erdoğan’ı bir kez daha cumhurbaşkanı yapmıştı...

Kısaca söylersek, 2002 yılında dönemin siyasi partilerine duyulan güvensizlik nedeniyle iktidara gelen AKP, son cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin ikinci turunda da “muhalefet partilerine duyulan güvensizlik” nedeniyle iktidarını korumayı başarmıştı.

***

Peki, cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde kurulan “altılı” muhalefetin liderleri neden kimseye güven verememişti?..

Kılıçdaroğlu’nun durumundan başlayalım...

Kılıçdaroğlu, AKP karşısında ondan fazla seçim kaybetmiş bir parti başkanıydı. Üstelik daha önceki iki cumhurbaşkanlığı seçiminde yenilgiyi daha baştan kabul ettiği için kendisi mücadeleye girmek yerine partisinin geleneksel çizgisine tamamen ters bir akımdan gelen Ekmeleddin İhsanoğlu gibi “nevzuhur” bir politikacıyı ve tasfiye etmek istediği parti içi rakibi Muharrem İnce’yi öne sürerek harcamış, böylece partisi içinde bile kendisine duyulan güveni sarsmıştı.

***

Kılıçdaroğlu, son cumhurbaşkanlığı seçiminde umut ışığı görünce birden “aslan kesilmiş” (!) ancak o zamana kadar sergilediği kişilikle uyuşmayan bu tavrı muhtemel iktidar ortağı Akşener’e bile inandırıcı gelmemişti. Bunun üzerine “ikili muhalefeti” “altılı muhalefete” çevirmiş; kendi adaylığını destekleyen ancak oylarının toplamı yüzde bir etmeyen bazı parti liderlerini muhalefet cephesinin “eşit haklara sahip ortakları” haline getirmişti...

Bu durumun yaratacağı “curcuna” herkes tarafından görülmekte ve endişeyle izlenmekteydi... Kılıçdaroğlu, bununla da kalmayıp, bu partilere bol keseden ayırdığı kontenjanlarla kendi partisine verilen oylarla seçimin hemen ertesinde CHP’ye cephe alacak partileri güçlendirmiş, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunda Zafer Partisi ile önce inkâr ettiği ancak yazılı metin açıklanınca kabul etmek zorunda kaldığı gizli protokoller imzalamıştı.

***

Kılıçdaroğlu, güvensizlik uyandıran bu tür “taktikler”le de yetinmemiş, CHP gibi cumhuriyeti kurmuş, laikliği getirmiş, kültürel alanda önemli dönüşümleri sağlamış ulusal devrimci geleneğe sahip bir partinin başında olduğunu unutarak partisinin tarihini bir yük gibi görmüştü...

Bunun sonucu olarak, çökmekte olan neo-liberalizmin bayat klişeleriyle bu geleneği unutturmaya çalışmış, bu çizgiyi savunanları partiden uzaklaştırmış, “helalleşme” adı altında partisinin çizgisini değiştirerek dinci ve gerici akımlara güven vermeye uğraşmıştı...

Katıldığı son yarışta ülke halkının yüzde 90’ının “düşman” olarak gördüğü ABD’ye yaptığı ziyaret sırasında başta Ukrayna savaşı olmak üzere uluslararası ulusal sorunlarda bu ülkeye açık çek vermiş, bu da yetmezmiş gibi seçim kampanyası sırasında Türkiye’nin enerji ihtiyacını karşılayan Rusya’ya yönelttiği haksız ve dayanaksız suçlamalarla ulusal çıkarları savunan kitlelerde iktidara gelirse izleyeceği dış politika konusunda endişeler yaratmıştı.

***

Kısacası, Kılıçdaroğlu’nun girdiği tüm seçimleri ve itibarını kaybetmesinin en büyük nedeni kendisine, partisine ve cumhuriyet ilkelerine duyduğu güvensizlik, buna karşılık partisinin karşıtlarına duyduğu sonsuz güvendi. Öyle olunca dostlarına güven verememekle kalmamış, düşmanlarının alay konusu haline gelmişti...

“Altılı İttifak”taki ikinci büyük parti olan İYİP’in lideri Akşener de bu durumu gördüğü için onu “kazanamayacak aday” olarak ilan etmiş; CHP içinde yer alan kendisine yakın gördüğü İmamoğlu ve Yavaş ile “garipsenecek” ilişkilere girmişti...

Bu da Akşener’in en büyük hatası olmuş, kendisini ittifak kurduğu partinin içini karıştıran bir kişi durumuna düşürmüştü... Akşener bununla da yetinmemiş, ayartmaya kalktığı İmamoğlu ve Yavaş teklifini reddedince, bu kişiler sanki kendi partisinin üyeleriymiş de “düşmanla işbirliği yapmışlar” (!) gibi en ağır bir dille onları suçlamıştı. Sonuçta o da “muhalefete muhalefet yaparak” tüm itibarını yitirmişti.

***

Bu kargaşa devam edip gitseydi, son yerel seçimlerde AKP-MHP blokunun üç büyük şehir başta olmak üzere muhalefetin yerel yönetimdeki kalelerini çökertmesi ve aldatıcı bir zafer daha kazanması işten bile değildi...

Neyse ki bu arada CHP’deki “değişim” imdada yetişti... 

Büyükşehir belediyelerinin başındaki yöneticiler de genelde bu tür kavgalara girmek yerine işlerini iyi yaparak muhtemel bir yenilgiyi zafere çevirdiler.

(Devam edecek)