Önceki yazımızda Türkiye’de “sağ” ve “sol” kavramlarının “anlam erozyonuna” uğramalarının nedenleri üzerinde dururken bir dönem siyasete devrimci bir yön veren “68 kuşağı”nın 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleriyle yok edildiğini anlatmış...

Bu darbelerin, ABD’nin küresel liderliğini sağlama alma yönündeki planlarının bir parçası olduğunu; 1990’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nin dağılması ve “sosyalist” rejimlerin birbiri ardına yıkılmasıyla küresel planda siyasal iklimin tümüyle değiştiğini söylemiştik...

Bu siyasal değişim, küresel ekonomide gerçekleşen “dijital devrim” ile birleşince “Z kuşağı” olarak nitelenen yeni bir kuşak ortaya çıktı; bu kuşağın en belirgin özelliği ise “umutsuzluk”  ve “endişe” oldu.

***

Peki, bu “yeni” dönemde “sağ” ve “sol” kavramları nasıl oldu da anlamlarını yitirdiler?..

Bunu anlayabilmek için 80’li ve 90’lı yıllarda “küresel efendi” haline gelmiş bulunan ABD’nin dış politikalarını ve bu ülke tarafından tüm ülkelerde siyaset sahnesinin nasıl yeniden ”dizayn” edildiğini hatırlamamız gerekir...

Çünkü bu süreçten en fazla etkilenen ülkelerden biri de Türkiye’dir.

***

Önce Batı’dan başlayalım...

1960’lı yıllarda Batılı ülkelerde siyasi partiler gerçek toplumsal güçlere dayanıyorlardı ve siyasi mücadelenin gerçekten “toplumsal ve sınıfsal” bir anlamı vardı...

ABD’nin küresel neo-liberalizmi tüm “Batı dünyasına” dayattığı 70’li yıllarda Fransa ve İtalya’nın en büyük siyasi partileri sendikalara dayanan “komünist” partileriydi. 1980’li ve 90’lı yıllarda bu partiler işlevlerini tümüyle yitirdiler ve tarihe karıştılar!..

Almanya ve İngiltere’de yine sendikalara dayanan ve “refah toplumu”nun oluşturulmasında önemli rol oynayan sosyal demokrat partiler ise “vahşi kapitalizm”in temsilcisi olan Reagan, Bush, Thatcher, Helmut Kohl gibi neo-liberal politikacıların peşinde “kuklalara” dönüştüler.

***

Türkiye’de bu süreç daha “kaba” bir biçimde yaşandı. 12 Eylül askeri diktatörlüğü döneminde bir şekilde toplumsal güçleri temsil eden CHP ve AP başta olmak üzere tüm siyasal partiler resmen kapatıldı...

80’li yılların ortalarında “parlamenter rejim” yeniden oluşturulurken tüm “yeni” siyasi partilerin programları cunta tarafından dikte edildi; siyasetle uğraşacak tüm kişiler “adli sicillerine” bakılarak tek tek belirlendi. Bu süreçte Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Deniz Baykal, Necmettin Erbakan gibi siyasi liderlerin siyasetle uğraşmaları yasaklandı...

Yani “yeni demokrasi”de bir sürü parti vardı; ama bunların hepsi ABD’nin “favorisi” olan ANAP’ın temsil ettiği neoliberal çizginin karbon kopyalarıydı. Zaten ANAP da bu olgu nedeniyle yıllarca kendisinin “eski” dört partinin bileşimi olduğunu söyleyerek siyaset yaptı. Bu “gelenek” daha sonra AKP tarafından da sürdürüldü.

***

12 Eylül sonrasında yaşanan süreçten yalnızca “eski” dönemde merkez sağ ve solu temsil eden ya da Erbakan’ın partisi gibi “milli ekonomi” kurma iddiası olan partiler değil en “keskin” “komünist hatta maoist” çizgiyi benimseyen örgütler de etkilendiler...

Bu örgütlerin liderlerinin bir bölümü idam edilir ya da öldürülürken taraftarları olan yüz binlerce insan işkencelerden geçirilerek ağır cezalara mahkum edildi; “sağ kalan” liderlerin hemen tümü Avrupa ülkelerine sığındı ve bu  ülkelerin siyasi atmosferinden etkilendi...

Bu dönemde sahneye “sol” adına “mikro milliyetçi” bir çizgi izleyen ve sansasyonel eylemler yapan PKK çıkarıldı.

***

Günümüzde ABD emperyalizmi ile bağlantısı inkâr edilemeyecek ölçüde ortaya çıkmış bulunan ve artık açıkça Şeyh Sait savunuculuğu yapan bu örgüt, o dönemde “sol”un tümünü etkisi altına aldı...

Böylece “ulusal demokratik devrim” kavramını savunarak Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı devrimi tamamlamaya çalışan ve bu süreçte anti emperyalist mücadelenin bayraktarlığını yapan 68 kuşağı tarafından kurulan “sol örgütler” bizzat kendi liderleri tarafından resmen ya da fiilen dağıtıldılar...

Bu örgütlerin liderleri ve taraftarlarının bir bölümü (özellikle Kürt kökenliler ya da Avrupa’da “ikamet” edenler!) PKK’ye iltihak eder ya da onların peşine takılırken, bir bölümü de “sosyal demokrat” olduğunu söyleyen ama aslında neo-liberal partiler olan yeni kurulmuş SHP, DSP gibi partilerde yer aldılar. Bu arada bazı “liberal solcular” Yetmez ama Evet” sloganlarıyla AKP’yi desteklerken bazıları FETÖ ile birlikte “Ergenekoncu” (yani ulusalcı) avına çıktılar...

***

Zaman içinde siyaset sahnesinde boy gösteren “önemli” partilerin tümünün neo-liberal çizginin farklı tonlarının temsilcileri oldukları özellikle gençler tarafından görüldü...

Bu arada gerçek “sol”un temsil ettiği ulusal ve demokratik sloganlar, yapıları itibariyle “sağ” çizgide olan partilerin bir bölümü tarafından sahiplenildi ve kullanıldı...

Günümüzde Türkiye’de “sağ” ve “sol” kavramlarının büyük ölçüde anlamlarını kaybetmiş olmasının ve genç kuşakların siyasetten kopmasının başlıca sebepleri bunlardır.

(Devam edecek)