Cumhuriyet'in kuruluş döneminden 12 Eylül'e kadar yaşanan dönemin siyasal sistemleri ele aldığımız yazımızın önceki bölümlerinde Batı normlarında parlamenter demokratik rejimin ilkesel olarak kabul edilmesine karşın hiçbir dönemde tam olarak uygulanamadığını ve 'çok partili' dönemlerde bile sistemin vesayet, müdahale ve kısıtlamalardan kurtulamadığını görmüştük...

12 Eylül rejimi de, tüm partileri kapattığı ve ülkeyi beş kişilik bir cuntanın emirleriyle yönettiği dönemin ardından yeni bir çok partili sistem dizayn ederken bu alışkanlığı devam ettirdi...

Hatırlanacağı üzere o sistemde bazı siyasal akımlar 'aşırı' olduğu gerekçesiyle yasaklanmış, 'eski politikacılar' dışlanmış ve ancak cuntadan 'olur' alan 'yeni politikacılar' seçimlere katılabilmişti.

***

Bu koşullarda darbe döneminin maliye bakanı olan Turgut Özal, kurduğu ANAP ile yüzde 45'in üzerinde oy alarak tek başına iktidar ve başbakan oldu...

Ancak Özal'ın büyük hayali 'Amerikan tipi' bir başkan olmaktı...

Özal, bu konudaki görüşlerini en net biçimde Cumhurbaşkanı olduğu dönemde, 1993 yılında Mehmet Ali Birand'ın konuğu olduğu bir televizyon programında şu sözlerle ifade etti:

'Başkanlık sistemi diyorum ben, başkanlık sistemi tabi Fransa gibi değil daha çok Amerika'ya yakın. Sebebini şöyle tahlil ediyorum; Bakanların benim kanaatime göre, bizim tecrübemize göre parlamento dışından olması lazım. Çünkü altı senelik parlamento hayatımda şunu gördüm; Bakanlarla milletvekilleri arasına devamlı problemler giriyor. Çünkü bakanın da seçim kaygısı vardır, milletvekilinin de seçim kaygısı vardır. Aynı yerde veya aynı grupta olmadıkları taktirde birbirlerine zıt hareketler yapıyorlar ve dejenarasyon başlıyor.'

Bu sözler adeta günümüzde gerçekleşen sistemin habercisi gibiydi.

***

İşin daha ilginci, o dönemde Özal'ın muhalifi olan ve onunla mücadele ederek siyasi hayata geri dönebilen Demirel de 2006 yılında Cumhurbaşkanı olarak katıldığı bir toplantıda benzer görüşleri dile getirdi:

Demirel, o toplantıda 'İçinizde ukde olarak kalan hizmetler nelerdir?' sorusuna şu sözlerle cevap vermişti:

''Ben isterdim ki, Türkiye Cumhurbaşkanını seçsin. Ben isterdim ki, Türkiye dar bölge seçimine gitsin. Temsili sistem işlemiyor. Ben İsterdim ki, Türkiye'de başkanlık sistemini yapalım. İçimde ukdedir yapamadık. Devlet büyük, ülke büyük, halk çok dinamik biz bu ülkeyi idare edemiyoruz. Sistemde değişiklik yapmamız lazım''.

***

Bu sözleri hatırlayınca günümüzde gerçekleşen sistem değişikliğinin hiç de şaşırtıcı olmadığını görebiliyoruz...

AKP lideri Erdoğan, on altı yıllık iktidarı sonunda cumhurbaşkanlığı döneminde Özal'ın ve Demirel'in hayal ettiği sistemi nihayet gerçekleştirmiştir...

Böylece 'Tek Adam'ın yönetiminde kurulan ve 'Milli Şef' döneminden geçerek çok partili sisteme gelen cumhuriyet dönemi çeşitli kriz ve dalgalanmalardan sonra yeni bir sisteme evrilmiştir...

Bu sistemin öncekinden en bariz farkı Cumhurbaşkanlığı makamının yasama, yürütme ve yargıyı denetleyen yetkilerle donatılmış olmasıdır.

***

Ancak bu meselenin şekilsel yanıdır...

İşin bir de siyasal yönü vardır...

Yeni sistemin başlangıcının Birinci Meclis'in açılışını andıran görüntüler eşliğinde yapılması ve İkinci Meclis'te yapılan bir konuşma ile noktalanması bir şeyi göstermektedir...

Bu sistem yalnızca 'teknik' bir değişiklikle sınırlı değildir...

Cumhurbaşkanı Erdoğan o konuşmasında, 'Birinci Meclis başlangıçtı, burası (İkinci Meclis) devamdı. Şimdi ise bizler de devamın devamını yapıyoruz.' ifadesini kullanmıştır...

Dolayısıyla yeni sistem 'İkinci Cumhuriyet' tartışmalarını bir kez daha gündeme getirecektir.

***

Sonuçta, bir dönem hem şekilsel hem de siyasal açıdan kapanmıştır...

İlginç olan nokta, yeni dönemi başlatan siyasi gücün aynı zamanda onaltı yıldır ülkeyi yöneten güç olmasıdır...

Bu açıdan bakıldığında kuşkusuz bundan sonra yapılacak olanlar yakın geçmişte yapılanların bir devamı olacaktır... Ancak yine de bu değişim dünyada benzeri pek görülmemiş siyasal bir olaydır ve hem siyasal bilimciler hem de toplumbilimciler tarafından ayrıntılı bir biçimde incelenmeyi hak etmektedir.