30 Ağustos zaferi, Ulusal Kurtuluş Savaşımızın son muharebesidir...
Bu muharebe üzerine bugüne kadar pek çok şey söylendi, yazıldı...
Biz bugün o muharebeyi kazanan komutanın üzerinde yeterince durulmayan bazı özelliklerine dikkat çekeceğiz.
***
Ulusal Kurtuluş Savaşının öyküsü, başından sonuna Mustafa Kemal'in stratejik aklının belki de bölük pörçük çatışmalarla sınırlı kalacak bir direniş hareketini zafere götürüşünün öyküsüdür...
Mütareke döneminin ünlü gazetecisi Refi Cevat'ın (Ulunay), yaşadığı bir olay, bu öykünün başlangıçta insanlara ne kadar 'fantastik' göründüğünü göstermektedir...
Refi Cevat, mütarekeden sonra cepheden İstanbul'a dönen Mustafa Kemal Paşa ile Çanakkale savaşları konusunda bir söyleşi yapar. Mustafa Kemal, onun sorularını bitirip gitmeye hazırlandığını görünce, 'Bu vatanın içine düştüğü felaketten nasıl kurtarılacağını sormanızı isterdim' der... Ulunay şöyle cevap verir: 'Ben bu vatanın kurtarılmasını mümkün görmediğim için böyle bir sual düşünmedim paşam. Neyle, hangi askerle, hangi silahla, hangi parayla? Maalesef, vatan kupkuru bir çölden farksız oldu. Affınıza sığınarak arz edeyim ki, artık bu kupkuru çölde hiçbir hayat belirtisi yok!'...
Mustafa Kemal Paşa'nın bu sözlere cevabı şu olur: 'Çöl sanılan bu álemde saklı ve kuvvetli bir hayat vardır. O, millettir. O, Türk milletidir. Eksik olan şey teşkilattır. Bu teşkilat organize edilebilirse, vatan da, millet de kurtulur. Bunu böyle bilesiniz Refi Cevat Beyefendi!'
Refi Cevat, matbaaya dönünce söyleşinin nasıl geçtiğini soran arkadaşlarına şunları söyler: 'Şu sıralar Anadolu'ya geçilir, milli direniş harekete geçirilirse, Fransızı da, İngilizi de, İtalyanı da memleketten kovulur, vatan istiklaline kavuşur, millet de esaretten kurtulurmuş! Anladınız mı arkadaşlar? Bu adama deli derlerdi, meğer zır deliymiş!'
***
Mustafa Kemal Paşa, herkesin uzlaşmadan başka çare olmadığını düşündüğü o dönemde savaşmaktan yana olan olan çok az sayıda insandan biridir...
Hiç kuşkusuz o dönemde aynı düşünceyi paylaşan başkaları da vardır. Ama onu diğerlerinden ayıran özellik, savaşmak için örgütler yaratmanın, her biri yerel amaçlar peşinde koşan direniş odaklarını birleştirmenin ve işi askeri bir zaferle sonuçlandırmanın önemini, yolunu, yöntemini kavramış olmasıdır...
Erzurum ve Sivas Kongreleri, Ankara'da Heyeti Temsiliye için bir merkez yaratması, İstanbul'daki Meclis açılınca arkadaşlarını oraya gitmemeleri için uyarması, daha sonra Meclis kapatılıp ele geçirilen tüm mebuslar Malta'ya sürüldüğünde Ankara'da Büyük Millet Meclisi'ni toplayarak ulusal direnişi milli bir çatı altında birleştirmesi ve sonunda düşmanı askeri olarak hezimete uğratması, hep o berrak kafanın somut gelişmeleri analiz ederek geliştirdiği gerçekçi ve devrimci planın adım adım hayata geçirilme aşamalarıdır.
***
Bu tür başarılar kazanan bir insanın bir süre sonra 'Ben her şeyi bilirim' havasına girmesi ve kendi düşüncelerine yöneltilen eleştirileri kabul etmemesi beklenebilir...
Ama öyle değildir...
Prof. Yurdakul Yurdakul tarafından hazırlanan 'Atatürk'ten Hiç Yayınmamış Anılar' başlıklı derlemede (Truva yay.) Büyük Taarruzun tarihinin saptanması aşamasında yaşanan bir olay, Mustafa Kemal Atatürk'ün değer taşıyan ve tartışılmasında yarar olan fikirlere karşı ne kadar toleranslı ve olumlu yaklaştığının bir kanıtıdır.
Olay, o dönem Afyon'daki askeri birliklere kumanda eden Yakup Şevki Paşa'nın emir subaylığını yapan E. Kurmay Albay Sadık Atak'ın ağzından şöyle anlatılır:
'1922 yılının mart ayında bir gün Başkumandan Atatürk'ten bir 'Tehiri mucibi idamdır' (Gecikmesine neden olan idam edilir) kayıtlı bir telgraf geldi. Telgrafın birinci maddesinde, 'Bu emirden sadece ordu komutanları ve kurmay başkanları haberdar olacak, kolordu komutanlarına bile bilgi verilmeyecektir' deniyor; ikinci maddesinde ise Büyük taarruzun nisan ayı içinde yapılacağı ve ona göre hazırlıkların tamamlanması emrediliyordu. Bu emri okurken odada sadece İkinci Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa ile birlikte ben vardım.'
(Devam edecek)