Zengin kızla, fakir oğlanın aşkını anlatan yerli yapım filmlerin klişe sahnesidir;
Fabrikatör baba, biricik kızıyla gönül ilişkisi olduğunu öğrendiği fakir delikanlıya bu sevdadan vazgeçmesi için para teklif eder.
10 bin TL ile başlayan pazarlık, delikanlı sesiz kaldıkça katlanarak artar.
20 bin, 40 bin, 80 bin…(Rakamlar, etin kilosunun 2-5 lira arasında değiştiği dönemler çevrilen filmler dikkate alınarak düşük tutulmuştur)
Rakam hatırı sayılı bir seviye geldiğinde fabrikatör baba, cebinden çıkardığı banknot tomarını genç adama uzatır…
Banknot destesini alan genç adam, namusunun asla satın alınamayacağını söyleyerek, paraları sevdiği kızın hadsiz babasının yüzüne fırlatır ve çekip gider.
Babası ve sevdiği adam arasında geçen konuşmayı kapı aralığından dinleyen genç kız, sevdiği adamın babasının uzattığı parayı alışını görünce, yıkılmış bir halde bulunduğu yerden ayrılır.
Bu nedenle, büyük bir aşkla bağlandığı sevdiği adamın ''Her şeyi satın alabilirsiniz ama namusumu asla'' diyerek, aldığı banknotları zengin babanın yüzüne fırlattığı sahneyi göremez.
Sonrası, acılarla dolu günler, bitmek bilmeyen gözyaşları…
Ve gerçeğin ortaya çıktığı ve çıkarsız sevginin galip geldiği bir final.
Benzer sahnelerle dolu yerli filmleri izlemeyen yoktur herhalde…
Aksi bile olsa, eşten, dosttan dinlemişliği vardır mutlaka…
''Para'' sözcüğü bugünlerde herkesin dilinde…
Hem de her zamankinden çok.
Maaş desen para, alış-veriş desen para, tatil desen para, sağlık para, ölüm bile para…
Müzik bile nasibini almış paradan…
Bir zamanlar dillerden düşmeyen şarkının sözlerini anımsayalım:
Para, para, para / Varlığı bir dert yokluğu yara
Para, para, para/ Varlığı bir dert yokluğu yara.
Yokluğu gerçekten derin bir yara…
Hatta ondan da öte…
Çocuğuna okul kıyafetleri alamadığı için yaşamına son veren babanın dramını yansıtan haber gibi…
Yürek yakıyor…
Ya varlığı…
O nasıl bir şey acaba?
Şarkıdaki gibi ''varlığı bir dert mi?''
Bilemedim doğrusu…
Çok kişi de bilmiyordur her halde.
Ama biraz ''dertlenmeyi'' hatta varlığından dolayı ölmeyi bile istiyorlardır kesinlikle.
Nasreddin Hoca gibi
''Hoca bir eve misafir olur. Yemeğe oturulur. Masaya dumanı üstünde bir çorba gelir. Ev sahibinin elinde kepçe, hocanın elinde ise ufacık bir kaşık vardır. Hoca ufacık kaşıkla çorbayı tadımlık denilebilecek şekilde yudumlarken ev sahibi kepçeyi her dikişinde: 'oh! öldüm!' der ve kepçeyi tekrar çorbaya batırır.
Hoca sonunda dayanamaz ve adamın elinden kepçeyi alarak:
'yahu ver şunu biraz da biz ölelim' der''.