Kadına karşı şiddeti doğuran nedenlerden en önemlisi erkeğin toplumsal olarak egemen konumda olmasıdır...
Bu konu çağdaşlaşma aşamasında toplumları en çok uğraştıran konulardan biri olmuş...
Hukuki olarak yasaların eşitlikçi hale getirilmesi, bu sorunun çözümüne yetmemiştir.
***
Ancak meseleye biraz daha derinlemesine bakıldığında sorunun bir yönünün de kadının aslında erkekten daha güçlü olmasından kaynaklandığı görülür...
Çünkü kadın her zaman doğa ile özdeştir ve bu üstünlük doğadan gelmektedir...
Ataerkil toplumlarda erkek kadına baş eğdirse ve onu çeşitli biçimlerde kısıtlasa da, kadının doğal üstünlüğünden korkar ve o gücün harekete geçerek kurulan 'ataerkil' düzeni tehdit etmemesi için içgüdüsel olarak şiddete başvurur.
***
Unutmayalım ki her erkek, doğumunun ardından uzunca sayılabilecek bir süre boyunca 'ana kuzusu'dur...
Daha sonra 'babacıl' bir aşamaya geçer ve o aşamada baba figürüyle bütünleşirken anne de dahil olmak üzere tüm karşı cinse karşı bir üstünlük duygusuna kapılır...
Ancak ne zaman hayati bir tehlikeyle karşı karşıya gelse, korku ve panik karşısında o üstünlük duygusu yok olur; ölümle karşılaştığında en 'maço' erkek bile 'yetiş anam' diye bağırır!
***
Bireyler de insan topluluklarına benzer bir evrim geçirirler...
Bu durum biyolojide ve psikolojide 'ontogenez' ile 'filogenez' arasındaki ilişki olarak ele alınır... 'Ontogenez' bir organizmanın döllenmiş yumurtadan başlayarak ergin ve olgun bir hale gelinceye kadar değişik aşamalarda geçirdiği değişimleri ifade ederken, 'filogenez' bir türün jeolojik devirler boyunca geçirdiği değişim ve evrimi ifade eder...
1866 yılında Ernest Hackel tarafından ortaya atıldıktan sonra bir çok biyolog, antropolog ve psikolog tarafından doğrulanmış olan bu düşünce, çağımızın en önemli biyologlarından biri olarak kabul edilen Stephen Jay Gould tarafından 1977 yılında yayınlanan Ontogeny and Phylogeny (Ontogenez ve Filogenez) adlı eserinde geliştirilmiştir...
Yakın zamanlarda insanın bir tür olarak evrimi ile bilişsel ve dilsel evrimi açısından görülen benzerlikler de dikkat çekmiştir...
Bu noktada yine mitoloji ile psikolojinin çakıştığı bir alana girmekteyiz.
***
Bir Hint mitosu, bu konuyu daha iyi anlamamıza yardım edebilir...
1890-1943 yılları arasında yaşayan mitolog ve dilbilimci Heinrich Zimmer'in, 'Hint Sanatı ve Uygarlığında Mitler ve Simgeler' başlıklı kitabında aktarılan bu mitosta, Vişnu ve Şiva gibi güçlü 'eril' tanrılarında aralarında yer aldığı tanrılar, insanlığın başına bela olan Mahişa adlı bir canavar karşısında çaresiz kalınca sonunda tüm enerjilerini birleştirerek dev bir alev bulutu yaratırlar... Bulut, dönüşerek onsekiz kollu bir tanrıça halini alır...
Öykü şöyle devam eder: 'Evrenin yüce enerjisinin bu en uğurlu kişileşmesine, bütün güçlerinin bu mucizevi birleşimine bakınca tanrılar sevindiler ve hepsinin ortak umudu olarak ona ibadet ettiler... Hepsinin anası, ilkel maternal (anacıl) ilke olarak yaşam enerjisinin ta kendisi, onları yeniden özümsemiş, evrensel rahmine almıştı.'
***
Ataerkil toplum otoritelerinin ve onların tanrılarının güçlükler karşısında ana tanrıçaya sığınmalarının bir başka örneği de üzerinde yaşadığımız topraklarda yaşanmıştır...
Bilindiği gibi Frigler Anadolu'ya geldiklerinde Geç Hitit döneminde Anadolu'daki krallıkların ana tanrıçası olan Kubaba'dan esinlenerek kendi tanrıçalarını Kybele olarak adlandırmışlar ve Gordion yakınlarındaki Pessinus'ta bir tapım merkezi kurmuşlardı... Bu kült merkezi Frig devletinin yıkılmasından sonra da varlığını sürdürmüş ve tapım, tüm Akdeniz bölgesine yayılmıştı...
Roma, yükseliş döneminde en büyük rakibi Kartaca karşısında güç duruma düşünce Romalı yöneticiler çareyi ana tanrıçaya sığınmakta buldular... Kibele'yi simgeleyen siyah taş, büyük bir törenle Roma'ya götürüldü ve Roma'nın kurulduğu yer olarak bilinen Palatinus tepesinde kurulan bir tapınağa yerleştirildi... Romalılar, bu olayın verdiği moral gücüyle savaşı kazandılar ve bu olayı yüzyıllar boyunca her sene ana tanrıça adına düzenlenen bir festivalle kutladılar.
(Devam edecek)