1950 doğumlu olan Vural Yurdakul, Hatay'ın İskenderun İlçesi'nde dünyaya gelmiş. Hem ressam hem de tablo restoratörü olan sanatçı,1974 yılında İstanbul Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu'ndan mezun olmuş.Ankara Resim Heykel Müzesine restoratör olarak atanan sanatçı, 1983 yılında Varşova'daki Wilanov Sarayında tablo restorasyonu ile ilgili kuramsal ve uygulamalı çalışmalar yaptı. Aynı yıl, Sabancı koleksiyonunun restorasyonunda da çalışan Yurdakul, 'Sanatçı yaratıcı olandır. Konsept olarak kurgulayan insandır, hatta yoktan var edendir. Sanatçılar hep insanlara kopya verir. Sanatçı bilimin bir adım önünde gider. Kültürel anlamda sanatçının ortaya koyduğu her şeyin kendine mahsus tadı ve lezzeti olmakla birlikte dönemi içinde yeteri kadar değerlendirilemediği için alkış toplayamayabilir. Ama tarihin gelişim süreci içinde mutlaka hak ettiği yeri bulur. Nitekim biz geleceği irdelemek için geçmişe bakmak durumundayız.' dedi. Yurdakul ile sanata verilen bir ömür yolculuğunu konuştuk.

• Bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?

9 çocuklu bir ailede büyüdüm, ölenleri saymıyorum. Hatay İskenderun'da büyüdüm. İskenderun, portakal cenneti bir yerdir. Kentin her sokağı her mevsim mis gibi portakal ve limon kokar. Liseye kadar İskenderun'da yaşadım. Açıkçası o zamana kadar büyük şehir görmemiştim.

• Sizin çizme hikayeniz nedir, bu serüven nasıl başladı?

Kalabalık bir aile içerisinde büyüdüğüm için kağıt kalem boldu. Dolayısıyla okul öncesinde karalamaya, çizmeye başlamıştım. İlkokulda kenar süsü tabir edilen defterlerimizin kenarlarına çiçekler ve böcekler çizerdik. Özellikle sınıftaki kız arkadaşlarım bana defterlerine kenar süsü yaptırırlardı. Ben o zamanlar yeteneğimin farkında değildim, ortaokul son sınıfta farkettim yeteneğimi. Coğrafya derslerinde öğretmen tahtaya Türkiye haritası çizip bölgeleri yerleştirme görevini bana verirdi. Yetenekli olduğum için okul sürecinde itibar gören bir öğrenciydim. Tabi bu ayrıcalık beni çok mutlu ediyordu. Hep bu keyif sürsün düşüncesiyle ben ta o zamanlar kararımı vermiştim veressam olmak istiyordum.

Ressam olmak için neler yapabileceğimi araştırırken benden daha büyük yaşlarda olan 'Nazım Abi' diye biri ile tanıştım. Onunla sahilde tanıştık,resim yapıyordu tanıştığımızda. Nazım Abi lise ikinci sınıf öğrencisiydi ve resim yapmayı çok severdi. Bende o sıralar ortaokul birinci sınıfa gidiyordum. Tanıştıktan sonra Nazım Abi'nin peşine takıldım. O resim yaptığı zamanlar bende ona katılmaya başladım. Kendimce bir şeyler karalıyordum. O da 'Şöyle yaparsan daha iyi olur' diye beni yönlendiriyordu. Giderek bize katılan başka arkadaşlarımız da oldu. Böylece kendiliğinden oluşan bir grubumuz oluştu veher yerde resim yapıyorduk.Sokaklarda dolaşırken sokak resimleri, sahilde kayık resimleri yapar olduk. Bizim oralarda yelkenli tekneler vardır, o teknelerin resimlerini,limana gidip daha büyük gemilerin resimlerini yapıyorduk.

Bu arada ortaokul ikinci sınıfa geçeceğim zaman İskenderun Öğretmenler Derneği'nde ilk kişisel sergimi açmıştım. O sergide 7'nci Kolordu Komutanı olduğunu öğrendiğim (Sonradan bana verdiği kartta öğrendim) Faruk Güventürk Paşa, 39'uncu Tümeni denetlemek üzere körfeze gelmiş. İskenderun askeri bölgedir.Orada Güney Saha Komutanlığı var. O sergimde 4-5 tane tablomu aldı, bana da kartını vermişti. 'Ne zaman istersen ömrüm yettiğince ben sana yardım etmek istiyorum. Benimle irtibatını kesme' dedi. O kadar resmi alınca benim çocuk dünyamda önemli bir adam olduğunu anlamıştım.

Lise bittikten sonra kendi imkanlarımlaİstanbul'a gittim. Ailemin destek sunabileceği bir koşulu yoktu. Babam küçük derecede bir devlet memuruydu. Ben ortaokul ikinci sınıftayken babamı kaybettim. Babamdan sonra kendi yağımızla kavrulmaya çalışıyorduk. Bu bağlamda tek başına İstanbul'a gittim. İlk defa büyük bir şehir görmüştüm. İstanbul'a gittiğimde izlediğim Türk filmlerinin çok büyük katkısı oldu. O filmleri izlerken en çok İstanbul'u izlerdim. Öndeki esas oyuncularla değil de hep arka fon ile ilgilenirdim.

İSTANBUL'A İLK GİTTİĞİMDE 15 GÜN SULTANAHMET PARK'INDA KALDIM'

Nazım Abi bizden çok önce İstanbul'a gitmişti. İstanbul Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu'na girdi ve TRT'nin açtığı büyük bir resim yarışmasında da ödül aldı. Böyle bir anda Türkiye'de ismi duyuldu. Nazım Abi ile sürekli mektuplaşıyordum, irtibatımız hiç kopmadı. Bu nedenle lise bitince hemen soluğu Nazım Abi'nin yanında aldım. Nazım Abi'ye ulaştım ve onunla kalmak istediğimi söyledim. Nazım Abide 'Benim evim Aksaray'da, yatacak yer yok evde; ben nasıl misafir edeceğim bilemiyorum.Ama sen gel bir yer buluruz' dedi.

3 oda bir salon bir ev. Bir adama bir yer vardır diye düşünmüştüm. Ama gördüğüm manzara beni korkuttu.Zira bütün ev doluydu,yoğun bir öğrenci kitlesi vardı. Garibanlardan kim açıktaysa oraya çulu sermiş. Herkes üst üste.

'Abi ben burada kalamam nerede kalayım?' dedim. Gerçekten çok kötü koşullardı. Cebimde para yok arkamdan para desteğinde bulanacak kimse yok. Nazım Abi'ye 'Ben parkta yatamaz mıyım?' diye sordum. Çünkü çocukluk döneminde çok kalırdık parkta. Genellikle yaz aylarında insanlar hep damlarda, bahçede yatardı bizim oralarda. Kerevitler kurulurdu bahçelere; her tarafı açıktır öyle yatardık.

Nazım Abi de 'Tabii yatabilirsin.' dedi.

15 gün Sultanahmet'te yatıp kalktım. Sultan Ahmet Parkı benim dışımda bir dolu turistin de yatıp kalktığı bir yerdi. O sıralar 'Çiçek Çocuklar' diye tabir edilen hippilerin yoğun olduğu bir dönemdi. Dolayısıyla hiç yabancılık ve zorluk çekmedim. Çok eğlenceliydi, sabahlara kadar gitarlar çalınıyor, şarkılar söyleniyor, dans ediliyordu. Gerçekten olağanüstü, panayır tadında bir yerdi o zaman Sultanahmet.

İlk İstanbul'a gittiğimde Eminönü'nde balık kasaları taşıyordum yevmiyeyle. Kazandığım para ile karnımı doyurabiliyordum. Daha sonra Kabataş'ta (o zamanlar köprü yok tabi) karşı tarafa geçmek isteyen arabaları yıkayarak para kazanmaya başlamıştım. Böylece İstanbul Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu'na kaydımı yaptırdım. Hem öğretmen okulunu, hem güzel sanatlar akademisini, hem de İstanbul Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu sınavlarını kazandım. Ancak Nazım Abim, İstanbul Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu'nu ısrarla tavsiye edince oraya kaydımı yaptırdım. Ve oradan da mezun oldum. Okuldayken hem okuyup hem çalışabiliyorsunuz. Teori ve pratik bir arada. Diğer okullarda böyle değil. Dolayısıyla bizim okulun böyle güzel bir tarafı vardı. Ustalarla çalışma olanağınız var. Ustaların yaptığı işte yevmiye karşılığında çalışabiliyorsunuz. Hem paranızı kazanıyorsunuz hem de eğitiminize katkıda bulunuyorsunuz. Okulu böyle bitirdim.

OTOSTOP İLE AVRUPA YOLCULUĞU!

Gerçekten otostopla yurtdışına mı gittiniz?

Evet, daha önce birkaç arkadaşımın otostopla yurtdışına gittiğini öğrenmiştim. 3-4 arkadaş bir de Nazım Abi otostop çekerek yurtdışına gitmiş. Onların çektiği fotoğraflar beni çok heyecanlandırmıştı. Bende o fotoğrafları görünce çektim gittim. Hatay'dan çıkıp, küçücük bir kasabadan İstanbul'a gelmişsin, İstanbul yetmemiş oradan da Avrupa'ya gidiyorsun. Bütün sanat galerilerini adım adım gezdim. Bütün Orta Avrupa'yı dolaştım.

Beşiktaş'tan Topkapı'ya, Topkapı'dan Edirne'ye, Edirne'den Kapıkule'ye, Kapıkule'den Sofya'ya, Sofya'dan Münih'e araba buldum. Avusturya'yı transit geçmek zorunda kaldım çünkü beni Sofya'dan Münih'e kadar götürebilecek bir araba buldum. Arada Avusturya Viyana var. Orayı da çok merak ediyorum. Ama o transit arabayı bulunca kaçırmak istemedim. Münih'ten Fransa'ya, Paris'e geçtim. Paris'i çocukluğumdan bu yana merak ediyordum. Matisse'lerin,Picasso'ların yaşadığı bir muhit orası;onların yaşadığı yerleri göreceğim için çok heyecanlanıyorum.

İlk sene otostopla Avrupa maceram oldu. Ufkumu çok genişletti ve döndükten sonra bununla yetinmedim, ikinci ve üçüncü sene tekrar gittim. Okul bittikten sonra da gittim, iş hayatına atıldıktan sonra da gittim ve hala gidiyorum...

ÇOK BÜYÜK SANATÇILARLA YAN YANA GELDİM

Okul bitince ne yaptınız?

Mesleki açıdan çok şanslıydım.Okul bitince Kültür Bakanlığı Ankara Devlet Güzel Sanatlar Galerisi'nde çalışmaya başladım. Ankara Resim Heykel Müzesi'nden emekli oldum. Bu vesileyle Türkiye'deki çok büyük sanatçı kitlelerini yakından tanıma fırsatım oldu.

SANATA VERİLEN 50 YIL

Kimler mesela...

Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabri Berkel, Mahmut Cuda, Hamit Görele, Hulusi Mercan, Orhan Bahri Ersoy, Devrim Erbil, Özdemir Altan, Adnan Çoker, Şefik Bursalı, Cemal Tollu, Turgut Zaim, Eşref Üren, Arif Kaptan gibi çok insan tanıdım. Bu ressamlar, Türk resim sanatı tarihine girmiş isimler. Birde girmemiş isimleri tanıdım. Dolayısıyla Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi'nin açılış kuruluş çalışmalarına katıldım. Müze yoktu genel müdürlüğüne girdiğim zaman. Dönemin Genel Müdürü Mehmet Özel'in ve yine dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün himayesinde ilk defa Ankara'da Türk Ocakları Merkez Binası Resim Heykel Müzesi olarak restore edilecek ve dolayısıyla da müze haline getirilecek denildi. O projeye fiili olarak katıldım ve restorasyon çalışmaları sırasında hep Resim Heykel Müzesi'nde restorasyon çalışmalarına iştirak ettim. Bu binanın mimarı Arif Hikmet Koyunoğlu, bu vesileyle tanıdım onu da. Benim için çok büyük bir şanstı. Bu binanın mimarı Atatürk'ün dostu, arkadaşıdır. Atatürk ile olan anılarını onun ağzından dinledim. Resim Heykel Müzesi'nde çalışmak bana çok şey kazandırdı. Nereden baksanız 50 yıldan beri yoğun bir şekilde sanatın içindeyim.

Tablo restoratörlüğüne ne zaman başladınız?

Ankara Resim Heykel Müzesi kuruluş çalışmaları sırasında kendi inisiyatifimle ve duygularımla genel müdürümüze 'Tablo restorasyonu ile ilgili bu şehirde bir tablo restoratörüne ihtiyaç olabileceğini düşündüğümü, izin verirse bu alanda kendimi yetiştirmek istediğimi bu vesileyle lütfedip yardımcı olursa İstanbul'da Resim Heykel Müzesi'nde tablo restorasyon atölyesine gidip bir yıl iki yıl çalışmak istediğimi' söyledim. Sağ olsun genel müdür de yardımcı oldu. Sonraki süreci İstanbul Resim Heykel Müzesi'nde ciddi bir çalışma dönemi geçirerek tamamladım. Aldığım eğitim yetmedi yine imkanları zorlayarak Almanya'da başka bir restoratörün yanında Münih'te restorasyon eğitimi aldım. Sonra devlet bursuyla bir sınav kazanarak Polonya'da restorasyon eğitimi aldım. Resmin yanı sıra bu tablo restorasyonu sayesinde Türkiye'de ne kadar koleksiyon varsa bu koleksiyonlarla yakinen ilgilenme şansım oldu. Halen de çalışmalarımı sürdürüyorum.

Sizin bir koleksiyonunuz var mı?

Maalesef yok. Ama bana hediye edilmiş resimler var. Mesela Eşref Üren'in ve Osman Zeki Çakaloz'un bana hediye ettiği resimleri var. Eş dostun hediye ettiği resimler var ama ciddi bir koleksiyon tadında değil.

Uzun yıllar eğitmenlik yaptınız değil mi?

1981 yıllarında Ankara'da ilk defa güzel sanatlara hazırlık resim kurslarını ben açtım. Benden önce Refik Epikman ve Lütfü Günay Amerikan Kültür Merkezi'nde ders vermişler. Ama onlar yetişkinler için hobi kursları vermişler. Ben güzel sanatlara hazırlık kurslarıyla başladım, sonra hobi kurslarına dönüştü ve çok ciddi bir süre neredeyse emekli oluncaya kadar kurslar devam etti. Sonra,kurslara atölyemde devam ettim. Son iki yıldır kurs vermiyorum. Şimdilerde ise atölyemde çalışmalarımı sürdürüyorum.

Özelde sizin çalışmalarınıza dönecek olursak bize çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

Ressamlara daha ziyade sanatçı diyorum...

GELECEĞİ İRDELEMEK İÇİN GEÇMİŞE BAKMAK DURUMUNDAYIZ

Neden aradaki fark nedir?

Sanatçı yaratıcı olandır. Konsept olarak kurgulayan insandır, hatta yoktan var edendir. Sanatçılar hep insanlara kopya verir. Sanatçı bilimin bir adım önünde gider. Kültürel anlamda sanatçının ortaya koyduğu her şeyi kendine mahsus tadı ve lezzeti olmakla birlikte dönemi içinde yeteri kadar değerlendirilemediği için alkış toplayamayabilir. Ama tarihin gelişim süreci içinde mutlaka hak ettiği yeri bulur. Nitekim biz geleceği irdelemek için geçmişe bakmak durumundayız. Geçmişe baktığımız zaman görüyoruz. Örneğin Rönesans döneminde Gotik dediğimiz sanat akımının ya da Barok dediğimiz akımın ya da Rokoko'nun birbirlerine karşı tepki olarak, birbirlerinin üstüne inşaa edilerek, gelişerek, değişerek, daha güzelleşerek yürümesinden anlıyoruz. O günle bugün arasındaki çağdaş ve teknolojik gelişmelerin dışında sanatçı bazında çok fazla bir değişim yok. Sanatçı yaratıyor, son derece özgün çalışmalar ortaya koyuyor. Önce anlamaya çalışıyoruz sanatçıyı, anlayamazsak daha sonra anlıyoruz onu. Süreç içerisinde bir biçimde anlaşılıyor, tarihte anlaşılmayan karambole gitmiş bir sanatçı yok. Ancak, sanatçı toplumun önünde gittiği için o dönemde anlaşılamayabilir daha sonraki süreçte kavranıyor ve anlaşılıyor. Sorunuza dönecek olursak ressam her türlü malzemeyi kullanır. Mesela, Rembrandt'a 'Boyalarınız, fırçalarınız olmazsa ne yapardınız?' diye sormuşlar. 'Çamurla resim yapardım' demiş.

Ben her türlü malzeme ile resim yaparım. Karışık teknikte de çalışmalar yapıyorum. Bir de tablo restoratörlüğünden gelen boyanın kimyası ile ilgili derinlemesine birikimim var. Dolayısıyla farklı malzemeler kullanmak suretiyle farklı sonuçlar elde etme şansım da var. Tablo restoratörü olduğum için sanatçılar kendi dönemlerinde olur olmaz malzemelerin üzerine resim yaptıkları için resim zamana karşı direnememiş ve daha erken bir zamanda daha kolay bir şekilde bozulmuş. Örneğin Osman Hamdi Bey'in 1800'lü yılların sonlarına doğru yaptığı resimlerde günümüze gelinceye kadar en ufak bozulma söz konusu değil iken Osman Hamdi'den çok uzun yıllar sonra resme başlayan Zeki Faik İzer'in resimlerinde patır patır dökülmelerin olduğunu tespit ettik. Teknik ve malzemeyi tanımak çok önemli. Malzemeye göre resim yaparsanız kalıcılığı konusunda o boyayı üreten firma size 100 yılın üstünde garanti veriyor.

RESİM İLGİ VE ALAKA İSTER

Şu an ne yapıyorsunuz?

Hoşdere'deki atölyemde resim yapıyorum. Ama bu aralar restorasyon işi de yapıyorum. O benim ikinci bir işim. Dolayısıyla çok kıymetli sanat eserlerinin bakım ve onarım işlerini yapıyorum. Bu geriye dönük 35 yıl içinde Türkiye'de bir çok koleksiyondaki işlerle ilgili çalışmalarım oldu.

Sizi çok etkileyen bir koleksiyona denk geldiniz mi?

Tabi ki hepsi çok çarpıcı. Mesela, Sakıp Sabancı koleksiyonu muhteşem bir koleksiyon. Hatırı sayılır bir koleksiyon. Eczacıbaşı koleksiyonu keza öyle. Bir de kurum ve kuruluşların koleksiyonları var. Bir çok kurumun koleksiyonunun restoratörlüğünü ben yaptım. Resim ilgi ve alaka ister. Olağanüstü korunsa da çalışmalar zaman içerisinde üzerinde elektromanyetik bir alan oluşturur ve içinde bulunduğu ortamın tozlarını hep üstüne çeker. Resim de kirlenir, resmin nefes almasını sağlamak lazım. Onun yaşam koşullarını oluşturmak gerekiyor. Resmin yaşaması için ciddi bir iklimlime koşulunun yaratılması gerekiyor. Sabit ısı, sabit nem pratiğinin gerçekleşmesi gerekiyor ki resim yaşamını idame ettirsin. Resim de çürür, tuvali, ahşabı ya da boyası çürüyebilir.

Editör: Haber Merkezi