Yaşadığı aile ve cemaat baskısından bunalarak iç istenilmeyen bir yol olan intiharı seçen 19 yaşındaki tıp öğrencisi Enes Kara, bıraktığı video ile tarikat-cemaat gerçeğine ayna tuttu adeta. Yaşadıklarından ölümüne, sessiz sedasız şekilde gerçekleştirilen cenaze töreninden oy endişesi taşıyan siyasetçilerin suskunluğuna, haberi yapan gazetecinin tehdit edilmesine kadar, toplumun nasıl esir alındığı görüldü.

Aslında söylediklerinde bilinmeyen hiçbir şey yoktu. Zira, yasal açıdan değerlendirilirse faaliyetleri yasak kapsamında bulunmasına rağmen tarikat ve cemaatlerin, sanki hiçbir kısıtlama yokmuş gibi her alanda etkinliklerini artırdıkları hatta devlet hiyerarşisinin şekillenmesinde söz sahibi oldukları sır değil.

Cumhuriyet'in ilanıyla birlikte, dinin kamusal alandaki görünürlüklerine sınırlama getirilmesiyle birlikte büyük ölçüde yeraltına çekilen tarikat ve cemaatler, çok partili siyasal hayata geçilmesinden sonra çok temkinli, dikkatli bir tutumla gücünü yeniden toparladı. Demokrat Parti Genel Başkanı Adnan Menderes'in açtığı yolu, 1960 yılından sonra Adalet Partisi devam ettirdi. Cami, imam hatip okulu yaptırma, kuran kursu açtırma amaçlı dernekleşme yoluyla gerçekleştirilen örgütlenme, oy avcısı politikacıların asla reddedemeyeceği bir siyasal gücü politik arenaya sürdü. İlim Yayma Cemiyeti'nin kuruluşunda gördüğümüz üzere NATO-ABD tarafından geliştirilen konseptlerle de sola karşı dini unsurlar desteklendi.

12 Eylül 1980 darbesinden sonra sol muhalefetin ezilmesi, bu mücadeleyi yürüten sendikaların, partilerin, derneklerin etkisizleştirilmesi için darbe yönetimi, dinselleşmeyi Türk-İslam sentezi adıyla resmi doktrin haline bile getirdi. Örneğin fen liselerini ihmal etme pahasına, eğitim alanında imam hatiplerin sayısı artırılırken, bütçe imkanları bu okullara cömertçe sunuldu. Zorunlu din dersleri müfredata sokuldu, yasak olan tarikat ve cemaat faaliyetleri, sağ siyasetçilerin boy gösterdikleri etkinlikler ile fiili olarak meşrulaştırıldı. Adalet ve Kalkınma Partisi yönetimi, bu dinselleşmeyi tahminlerin de ötesine taşıdı. Köylerde okulları kapatmak suretiyle uzaklaştırdığı öğretmenlerin yerine imamları koydu.

Dinselleştirme, tarikat ve cemaatlerin görünürlük ve nüfuzunun artması aslında neoliberal politikalar eşliğinde gerçekleşti. Devlet, tıpkı sağlık sektöründe olduğu gibi eğitim alanından çekildikçe, okulları, dershaneleri, yurtları ile eğitim, bol kazanç kapısı haline geldi. Varlıklı kesimin çocukları, eğitimin göreceli daha nitelikli olduğu özel okullarda okuma, dershanelere gitme şansını elde ederken, yoksul çocuklar, holdingleşmiş tarikat ve cemaatlerin insafına bırakıldı. Bugün, devlet imkansızlık nedeniyle değil bilinçli bir politikanın ürünü olarak yurt yapmıyor ki, gençler cemaatlere sığınsın.

Artık bir network ağından bahsediyoruz.

Cemaatin Kur'an kursunda din eğitimi alınmasını, okullarında öğrenim görmeyi, dershanelerinde üniversite sınavlarına hazırlanmayı, cevap anahtarı alınmış sorularla KPSS sınavlarına- üniversitelere girmeyi, oradan devlette iş sahibi olmayı, kariyer basamaklarından cemaat bağlantılarıyla tırmanmayı, hatta evlilikleri bile cemaat içinde yapmayı gerektiren bir ağdır bu.

Bir nevi saadet zinciridir. Şeyh, mürit edinir ve müridine yanmaz kefen satarak işini büyütür, yetiştirdiği kadrolarını siyasete ve devlete sokarak nüfuz elde eder, toplumsal hayatta hegemonya kurar, siyasetçi, şeyhin manevi gölgesine sığınmış kitle sayesinde oy alır. Yönetenler, her tür haksızlığı, sömürüyü, adaletsizliği, yönetim sorunlarını görünmez kılacak rızalık mekanizmalarını üretir.

Bu zincirin sürekliliği, 'İtaat et rahat et' prensibiyle daha bebeklik çağından itibaren kurslarda, yurtlarda, cemaat evlerinde bir hamur gibi şekillendirilen, endoktrinasyondan geçirilen insan tipiyle mümkündür. Hal böyle olunca eleştirel düşünceden yoksun, bilimi sevmeyen, aklını kullanmaktan aciz, sorgulamayı reddeden, otoriteyi içselleştiren, öte dünyadaki cenneti hayal ederken, bu dünyada neden cehennem yaşadığını bilince çıkarmayan insanın yetişmesi mümkün kılınır.

Bireyin, düşünsel yeteneği öylesine kötürüm edilir ki, Enes Kaya'nın babası örneğinde görüldüğü üzere, oğlunuzun attığı çığlığı dahi duymaz, onun arkadaşlarını suçlarsınız.