2007 yılında hazırlıklarını sürdürdüğüm bir kitap çalışması çerçevesinde Denizli'nin Acıpayam ilçesine bağlı bir kasabaya gitmiştim. Erken indiğim için kasaba meydanında biraz oyalanıp, vakit geçirmek istedim. Anadolu'nun kasabaları, köyleri birinden diğerine pek değişmez. Merkezde bir meydan vardır; meydanın en belirgin yapısı camidir. Küçük dükkanlar, esnaf ve zanaatkarlar sıra sıra dizilidir. Bu kasabalarda her şey yeknesaktır, sanki zaman hiç akmıyormuş gibi bir duygu yaşatır insana…

Etrafı seyretmeye koyuldum. Ege, muhteşem coğrafyası ile insanı kendisine aşık eden, yaşama coşkusunu artıran bir bölge. Hani demişler ya, dağlarından bal damlıyor, ovalarından süt akıyor diye… Burası da öyle... Nardan incire, zeytinden narenciyeye kadar toprak bereket fışkırıyor. Kasabanın, eteklerinde kurulduğu dağlar heybetli görüntüsü ile muhteşem. Rüzgar, her köşeden bir başka koku taşıyor. Dağ tepe, yeşilin türlü türlü tonlarıyla cennetten bir köşe sanki. İnsanın, değil saatler günler, haftalar aylar boyunca hiç kımıldamadan seyretmek istediği bir manzara...

Fakat bir eksiklik var; ancak eksikliğin ne olduğunu anlayamıyorum.

Bir-iki saat oyalanıp, misafir olacağım eve gittim. Yaşları 80'leri aşmış çift, dizlerinde derman olmasa da ne yapacaklarını bilemiyorlar ve beni yere göğe sığdıramıyorlar. Bu topraklara özgü misafirperverliğin gereği neyse fazlasıyla yerine getiriyorlar. Ne varsa sofraya geliyor; derken derin bir sohbet başlıyor. Onlar anlatıyor ben dinliyorum. Savaş yılları, seferberlik, kıtlık zamanları, tek parti dönemi, milli şef, devlet eleştirisi falan filan…

Kasabadaki misafirliğim üç gün sürdü. Gezmediğim yer kalmadı; pek çok insanla konuştum. Yedim, içtim. Herşey iyi hoş da bir eksiklik var; ama ne?

Denizli'den yola revan oldum. Ankara'ya geliyorum. Yolculuk boyunca aklım topladığım bilgilerden ziyade, içimde söküp atamadığım, tanımlayamadığım, anlayamadığım o eksikliğe takılıydı. Bu durum bir saplantıya dönüştü. Acaba araştırmayla ilgili henüz fark etmediğim ama hayati derecede önem arz eden bir şey mi vardı da ben bulamıyordum. Sonuç yine beyhude…

Ankara'ya geldim, notlarımı geçirmek üzere bilgisayarı açtım. Bilgisayarı açınca da türküleri… İşte o anda günlerce beynimi meşgul eden soru kendiliğinden cevap buldu. Kasabada eksik olan müzikti. Ne kasaba meydanındaki dükkanların herhangi birinde ne misafir olduğum evde ne kasabayı gezdiğim süre boyunca tek bir türkü ya da şarkı duymamıştım.

Bu halin sebebini sonradan öğrenecektim. Meğerse burası Süleymancılar cemaatinin örgütlü olduğu bir kasaba imiş; Süleymancıların da müzikle arası pek hoş değilmiş; hatta sazlı sözlü eğlence ayıp ve günah karşılandığı için düğünler bile sadece mevlit okutularak yapılır imiş…

Geçmişte şeyhülislamların saz hakkında şeytan icadı fetvaları verdiğini, kadın sesinin haram kılındığını bilmesine biliyordum ama 2000'lerin Türkiye'sinde hala müziğe önyargı ile bakılabileceği, doğrusu aklıma gelmemişti.

Yıllar önce bir Anadolu kasabasında yaşadığım deneyimimi ifade ettiğim bu yazıyı, Muğla Valiliği'nin müzik festivaline getirdiği yasak nedeniyle bir kez daha anımsamak benim açımdan çok acı. Türkiye'de aslında konu İslamcılık olduğunda asırlar geçse de bazı gerçekler, bakış açıları hiç değişmiyor.

Bu kavga, yeni değil.

Hayatın bütün çeşitliliğini ve renklerini solduran bağnaz din anlayışlarının yarattığı karanlık ve bu karanlığı kabul etmeyenlerin savunduğu aydınlıkla ilgili...