Önceki yazılarımızda Osmanlı İmparatorluğu'nun Kanuni dönemine kadar bir kara devleti durumunda olduğunu, Doğu Akdeniz'in o dönemde korsanlıktan gelen Cezayir denizcilerinin devlet hizmetine alınmaları ve Cezayir Beylerbeyi Barbaros'un kaptan-ı deryalığa getirilmesiyle denetim altına alınabildiğini, ancak 17 ve 18. yüzyıllarda İngiltere başta olmak üzere okyanus aşırı ticareti canlandıran ülkelerin gemi teknolojisinde yaptığı yenilikler karşısında Osmanlı donanmasının adım adım çöküşe giderek nihayet Navarin'de yok edildiğini anlatmıştık...

Buharlı gemi teknolojisinin ve seri atışlı toplarla havada ya da hedefe çarptıktan sonra patlayan top mermilerinin devreye girmesinden sonra ise Osmanlı devleti deniz egemenliğini tamamen kaybetti ve yeniden bir kara devleti haline geldi.

***

Bu durum sonucunda Doğu Akdeniz'deki adalar bir bir elden çıkmaya başladı... Bu gerilemede devlet ekonomisinin uğradığı zaaf kadar deniz kuvvetlerinin önemini kavrayamayan anlayışlar da büyük rol oynamıştı... Osmanlı devletinde en rütbeli kumandanlar kara kuvvetlerine kumanda eder ve deniz kuvvetlerini yalnızca yardımcı bir güç olarak görürlerdi... Bu anlayış az kalsın kaptan-ı derya olarak çıktığı ilk seferde Barbaros'un bile bozguna uğramasına yol açacaktı...

Avlonya seferi sırasında asi Arnavut kuvvetlerini kuşatma altına alan Mustafa ve Hüsrev paşalar, yardıma gelen Barbaros'tan leventlerini karaya çıkarıp kuşatma kuvvetlerine katılmasını istemişlerdi. Barbaros, hatıralarında bu isteğe verdiği cevabı şöyle anlatır:

'Paşalar, filanca gün donanma askeri ile karaya çıksın, üçümüz beraber düşmana karşı olalım demişler. Ben dahi onlara: 'Beni şevketlû padişahım karaya tayin eylemedi. Deryaya donanma-yı hümayun üzerine tayin eyledi. İmdi benim donanmayı boş bırakıp da karaya çıkmam deniz usulüne aykırıdır. Herkes memur olduğu hizmetin üzerinde bulunmalıdır.' diye cevap gönderdim.'

***

O sırada bir Venedik donanması Osmanlı filosunu demirlediği körfezde yok etmek üzere harekete geçmiş durumdaydı. Düşman donanması göründüğünde, Barbaros, leventlerini karaya çıkarmış gibi hareketsiz kalarak düşmanı aldattı. Bunun üzerine gemileri yakmak için tedbirsiz bir şekilde körfeze dalan Venedik donanması uğradığı ani saldırı karşısında şaşırarak bozguna uğradı...

Olayın devamını yine Barbaros'un anılarından okuyalım:

'Karada olan ordu-yu hümayun askeri ve paşalar dahi bu cengi seyr ederlerdi... Paşalar birbirlerine: 'Gördünüz mü? Meğer Hayrettin Paşa karındaşımız, bizim gibi yalın kat akıl ile gezmez imiş... Bizim gibi düşüncesizlik edip dediğimizi yapaydı halimiz nice olurdu?' dediler.'

***

Ne var ki, Barbaros'un bu tür kişisel direnişleri Osmanlı ordusunun geleneksel savaş anlayışını değiştirmeye yetmedi...

Bu anlayış sonucu Osmanlı devleti Birinci Dünya Savaşına girdiğinde elinde İngiliz gemilerinin takibinden kaçıp Osmanlı'ya sığınan Goeben ve Breslau (Yavuz ve Midilli) dışında bir tek Hamidiye kruvazörü vardı...

Denizlerde tek başına kahramanca direnen ve efsaneleşen bu zırhlı gemi de sonunda yıprandı ve Haliçe çekildi.

***

Deniz kuvvetlerini yardımcı bir kuvvet olarak gören söz konusu anlayış, Cumhuriyetin kurulmasından sonra da bir süre devam etti. Bir önceki yazımızda kendisinden söz ettiğimiz jeopolitikçi ve stratejist Dr. Nejat Tarakçı, 'Cumhuriyet ve Türk Denizciliği' başlıklı makalesinde bu konu ile ilgili olarak şunları yazıyor:

'Atatürk'ün etrafında gerek deniz hukuku, gerek deniz stratejisi ve diğer deniz konularında bilgi verecek, analiz yapacak bir danışman yoktu. Bu yeni Cumhuriyetin en zayıf yönlerinden biriydi. Bu sıkıntı Lozan görüşmelerinde de yaşanmıştı. Deniz Kuvvetlerini kara ordusunun bir parçası gibi görme hastalığı yeni Cumhuriyete de aynen sirayet etmişti. Genelkurmay Başkanı F. Çakmak, donanmayı Bursa'daki Kolordunun emrine verip Marmara dışına çıkmasını yasaklamıştı. Ayrıca Donanmaya sadece denizaltı ve hücumbotun yeterli olacağını savunuyordu.'

Ancak, Çanakkale Savaşından hemen sonra 'Herhangi bir okyanusa açılamıyoruz. Deniz Kuvvetlerinin yardımından yoksun olan bir kara kuvveti olarak, yarımadamızı, kendi kara kuvvetlerini çekinmeden getirecek bir düşmana karşı hiç bir zaman savunamayız.' diyen Atatürk bir süre sonra bu anlayışa karşı harekete geçti.

(Devam edecek)