"Sarılıp gövdesine sımsıkı bir kadın kendini doğurabilir isterse..." dizelerini yazdı şair Edip Cansever yıllar önce. 8 Mart’ta kadınların hikayesi başlığında kanseri yenerek umut olan kadınlar, hikayelerini, kanserle yaşama ve mücadele etme süreçlerini anlattı. Bin Gönüllüden Biri Sen Ol Derneğine gönüllü destek veren kadınlar, sorularımızı yanıtlarken, yaşadıkları bu zorlu süreci ve kanserle mücadelede sevginin, inancın, umutlu olmanın önemini anlattı.

Türkan Salur, Yurdaşen Temur, Özlem Deniz, Semra Boyvat, Esma Altındağ, Reyhan Erdoğan, Bahanur Yasemin, Çiğdem Kuzucu, bu kadınların ortak özellikleri onkoloji koridoru görmeleri, yaşama tutunma nedenleri evlatları olması ve anne olmaları veya aileleri. Pes etmemiş mücadele etmiş ve kazananlardan olmuş bu kahraman kadınlar. Onlar, kanserin 4’üncü evrelerini görmüş yaşama şansı verilmemiş en fazla bir yıl yaşarsın diye ömür biçilmiş defalarca ameliyat olmuş yoğun bakım görmüş entübe edilmiş sevdikleri için vaz geçmeyenler. Gücüyle, duruşuyla, bakışıyla, zekasıyla, anneliği ile sağlam duruşlarıyla hayatı güzelleştiren, anlamlı hale getiren, bu uğurda mücadele eden, içinde yanan yangını kahkahası ile söndüren kadınlar, yaklaşan Dünya Emekçi Kadınlar Günü için de “8 Mart tüm kadınları bir kez daha anlamanın günü olsun ve bugün her güne yayılsın” diye konuştu.

Kansere ve bu süreci atlatma hikayenize dair neler anlatırsınız?

Türkan Salur: 3 evlat sahibi bir anneyim. Hikayem 2012'de 29 yaşındaki kızımın ani ve acı kaybı ile başlar. O günlerde ailem ve çevremdeki herkes aklımı kaçıracağını düşünürken ben iradem, inancım, ve sanırım metanetim ile ayakta kaldım. Çünkü bir anneydim, ve diğer iki evladım için ayakta kalmak zorundaydım. Güçlü kalmaya çalışırken bu seferde  annem bir trafik kazası sonucu yatağa bağımlı kaldı. O günden sonra kendimi anneme adadım. Yıllar süren çabaların sonunda doktorların yürüyemez dediği annemi yürütmeyi başardım. Hayat bazen herkese adil olmaz. Her şey düzeldi derken bu seferde diğer kızım hatalı takılan bir serum sonucunda aniden  rahatsızlandı. Bir evlat kaybı ,bir anne yaşatma çabası ve bir evlat daha kaybetme ihtimalinin korkusuyla hayatım allak bullak oldu. Bu arada kızımın vücudundaki yaraları iyileştirmeye çalışırken ani gelişen bir komplikasyon sonucu kızım iki gözünü de kaybetti. Kızımı bir an bile yalnız bırakmadım. Adeta onun gören gözleri oldum.

Size kızım Çilem’in söylediklerini de şöyle aktarmak istiyorum: Annem bu zaman zarfında benim gözlerim oldu. Vücudunuzda herhangi bir organınız olmasa bile bunu tamamlayacak bir anneniz olsun yanınızda. Benim annem çok güçlü bir kadın. Bunca acıya rağmen en çaresiz kaldığı anlarda bile tüm acılarla tek başına mücadele etti .Bize hissettirmemek için elinden geleni yaptı. Bunu fark etmemek imkansız. Bazen onun süper güçleri olduğunu düşünüyorum. Bir insan hiç mi yorulmaz? Hiç mi pes etmez? Ben güçlü olabilmeyi ondan öğrendim. O  benim başıma gelen bu dünyada ki en büyük mucize. Varlığı ise paha biçilemez. Onu çok seviyorum. İki gözümü kaybetmiş olabilirim. Ama  kendimi çok şanslı hissediyorum. Dünyaya yeniden gelsem ,yine yeniden onun evladı olmayı  ve benim annem olmasını seçerdim. Üç yıldır gözlerim görmüyor. Kendi yüzümü bile hatırlayamıyorum. Hatırladığım bir tek yüz var. O da annemin yüzü. İnşallah bende iyileşip ona layık bir evlat olup onu yeniden görebileceğim.

Bize kendinize ve yaşadığınız sürece dair neler anlatırsınız?

Yurdaşen Temur: 1945 de dokuz çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldim. Okumayı çok sevmeme rağmen dönemin şartları ve imkansızlıklardan  dolayı orta okula devam edemeden okulu bırakmak zorunda kaldım, genç yaşta çeşitli işlerde çalıştım. Evlilik, çocuklar, asker eşi olmanın zorluğu tayinler, zorlu bir yaşam derken hayat hem psikolojik hem de fiziksel sıkıntılarla karşı karşıya getirdi beni. Hastalığımdan dolayı tek göğsümün belli bir kısmı alındı. Ama ‘Memeden ibaret değilim’ diyerek hayatıma devam ettim. Hayatımdaki asıl eksik parça okula devam edememiş olmaktı. Hikayem kırklı yaşlarının sonunda ‘yeniden doğuşumla’ başlıyor. . Hayatı anlama konusunda yılların hepimize öğrettiği şeyler var. Ancak bazı insanlar vardır ki, hayatın her gün yeniden ve yepyeni duygularla yaşanması gerektiğini bilirler. Sanırım bu insanlardan oldum. Çünkü, hayatın insana sunulmuş eşsiz bir armağan olduğunu biliyorum. Bu nedenle de hayatı birlikte olduğum insanlar için de güzelleştirmenin gerekliliğini bilerek yaşadım.

"GÜNEŞE DOĞRU, GÜVENLE YOLCULUK"

Yurdaşen Temur’un kızı Dilek hanım da annesinin sürecine ilişkin şunları söyledi: Annem yeniden doğmuş sanki yıllardır hasret çektiği okuluna ve öğretmenine kavuşmuştu. Ben de anneme. Onunla gurur duyuyordum. Bizi her gün şasırtıyordu. Aynı anda iki üç başucu kitabı oluyordu. Not alması gerekirse yazmalarında biz yardım ediyorduk. İçinde bitmek bilmeyen bir okuma ve öğrenme aşkı vardı. Felsefe, din, psikoloji, sosyoloji ve hayata dair her bilgiyi okuyup araştırıyordu. İnsan olma yolculuğunda öğretmeni ve yol arkadaşları sayesinde çok yol aldı. Hayatta geç kalmak diye bir şey olmadığını, her şeye rağmen ayakta kalabilmeyi o öğretti bize. Kısa süre önce meme gibi bağırsağının da bir bölümü alındı. Bu durum onun hayata karşı duruşundan hiç bir şey kaybettirmedi. Karşılaştığı sorunlar ondan bir şey eksiltmiyor aksine ona çok şey katıyordu. Onun için hiçbir şey imkansız değildi. Hem zor hem kolaydı. Sırrı ise farkındalıktaydı. Eğer güçlü kadın olmak için olmazsa olmaz bir iz bırakmak ise hayata. O hayatımda tanıdığım en güçlü kadınlardan biridir. Bugün olmaya gayret ettiğim insanı ve hayatı tamamen ona borçluyum. Bunun kıymetinin farkındalığı ve gururu ile onun izinde yürümeye devam edeceğim.

Yaşadıklarınızı ve hastalığı yenme süreciniz ile ilgili neler söylersiniz?

Özlem Deniz: Hayat bazen çok erken güçlü olmaya zorlar insanı. Evin küçüğü olmanın keyfini çıkaramadan büyümek zorunda kalır insan. 18 Eylül 2020 Siirtli bir ailenin küçük kızı olarak dünyaya geldim. 4 yaşındayken Ankara'ya taşındık. Şansım ailem, şansızlığım ise genç yaşta hastalıklara tanıklık etmemdi. Bu arada başarılı bir öğrenci olarak okul hayatıma devam ettim. Liseyi Anadolu lisesinde okudum, henüz 17 yaşındayken davetsiz misafir kanser hayatıma girdi. Lenfoma olduğumu öğrendiğimde tüm ailem yıkıldı. Nakil olmam gerekmekteydi. Elbette bu zorlu bir süreçti. İlk naklimi kendimden oldum. Belli bir süre sonra tekrar nakil olmam gerekti. İkinci nakli ise babamdan gerçekleşti. Babam kahramanım ve bana yeniden hayat veren oldu, şu anda yeniden sunulan hayatın kıymetinin farkındalığı ile hayatıma devam etmekteyim. Bununla birlikte hastalık sürecim bana çok şeyler öğretti. Bu süreçte bana iyi gelen şeyin sevdiklerimin beni manevi yönden kucaklamalarının olduğunu gördüm. O yüzden aile desteği çok önemli. Diğer önemli nokta ise  bilmediğimiz şeyler bizi her zaman korkutur. Ya da doğru bildiğimiz yanlışlar bizi yapılması gerekenden uzaklaştırır. Bu yüzden okudum araştırdım, doktorlarımı can kulağıyla dinledim. Aslında ilik naklinin bu hastalıkta küçümsenmeyecek şekilde mucize bir tedavi olduğunu öğrendim. Korkularım azalmış, umudum daha artmıştı. Bunu bildiğimden bir diğer hedefim de benim gibi olan hastalara kılavuz olabilmek. Onları hastalık süreci  ve ilik nakli konusunda bilgilendirmek ve onlara “Ben yaptım siz de yapabilirsiniz” diyebilmek.  

Kansere ve bu sürecin nasıl atlatıldığına dair neler anlatırsınız?

Semra Boyvat: 1978  doğumlu iki çocuklu bir anneyim. Benim lösemi ile tanışma hikayem 2020'de Kovitin en yoğun yaşandığı günlerde başladı. Herkes gibi ben de o güne kadar löseminin sadece çocuklarda olduğunu sanıyordum. Löseminin yetişkin hastalarda da olduğunu hiç duymamıştım bile. Dayanılmaz baş ağrıları ve baş dönmeleri şikayeti ile hastaneye baş vurdum. O dönem eşim askeri personel olduğu için Karaman'da görev yapıyorduk. Doktorumuz kan sonuçlarında problem olduğunu ve vakit kaybetmeden Konya'ya sevkimizin gerektiğini söyledi. İşte o zaman eşimle paniğe kapıldık. Konya'da yapılan testler sonucu Lösemi olduğumu öğrendim. Şok üstüne şok yaşıyordum. Birden çocuklarımın geleceği eğitimleri nasıl bir hayatları olacağına dair endişe ile beynimin içi darmadağın, kalbimin içi de paramparça olmuştu. O gün her şeye rağmen durdum ve kendime şöyle dedim. ‘Hayat bazen bize kendine gel diye’  seçenekler sunar. Önümde iki seçenek vardı. Ya pencereden bakıp gri bulutların ve solgun yaprakların hüznüne kapılıp gökyüzümü mahvedecek ya da içimdeki güneşi uyandırıp gökyüzümün maviliğini koruyacaktım. Ne yapacağımızı bilmeden iki oğlum ve eşimle birlikte Ankara'ya geldik. Çocuklarımızı kız kardeşime emanet edip tedavi için 5 Mayıs'ta Onkoloji hastanesine yatış yaptık. Koca bir belirsizlik, bambaşka bir yolculuk. Aklım hep çocuklarımdaydı. Hastane penceresinin ardından bana moral olmak için gelen evlatlarımı gördükçe karanlık susturamadı beni. Onların sevgisi varlığı benim için her şeyden önce geliyordu çünkü. Hayat önce inançla sizi tedavi eder sonra size dokunan, sizin yanınızda olan sizi hiç yalnız bırakmayan sevdiklerinizle iyileştirir. İyikiniz olan doktorlarla ve hemşirelerle güç bulursunuz. Bu süreçte ne kadar kendimi şanslı saysam da içim içimi yiyordu. Bana moral veren doktorlarımın desteklerine rağmen akıbetimi düşünmeden yapamıyordum. Bir anım bir anımı tutmuyordu. Hala “Niye ben? Bu yaşta lösemi olur mu? Bu yaşta nereden çıkmıştı öyle? İyileşip çocuklarıma eşime ve hayatıma kaldığım yerden geri dönebilir miydi? Gibi sorularla çınlıyordu beynimin içi. Bir ağaç gibiydim sanki. Evlatlarım yapraklarım ama solmuş, eşim gövdem o da darbe almış, kökü sağlamdı fakat yorulmuş, yanılmış, yenilmiş. Kemoterapi ile dökülmeye başlayan ve kesilen saçlarımla, benden gizli sessiz sessiz ağlayan eşimle yanımda olamayıp, kız kardeşime emanet ettiğim çocuklarımla bizim için artık yeni bir hikaye başlamış oluyordu. Babamı da kanserden kaybetmiştim. Hastalığa yabancı değildim. Ne kadar yabancı olmasan da dayanması ve yaşaması çok zor. Bugün burada bunları anlatabiliyorsam bu hiç de kolay olmadı. Çok zorluklar yaşadım. Çok çabaladım ama hayatta kalmak için birden fazla nedenim vardı. Umut etmek iyileşmenin başlangıcıdır. Yataktan kalktığım her sabaha bu inançla uyandım. Çünkü içimde bitmek tükenmek bilmeyen deli bir ümit var. Bugün güzel şeyler olacak, bugün olmadı mı olsun yarın mutlaka olacak. Hayat “Ben?” sorusunu sormadan ilerliyor. İyileşmek için gayret ve umut gerekiyor. İşte benim hikayem. Biraz karışık biraz içine dargın. Ama yüzü gülenin gönlü derin olurmuş. O gün kendime söz verdim. Gülüşümüzle gönlümüzle umudumuzla sevdiklerimizle bu hastalıkla savaşı gökyüzünün maviliğini her daim koruyacağım. Şimdi bir parçası olmaktan gurur duyduğum 1000 gönüllüden 1'i sen ol derneğinde hizmet ederek bana uzatılan elin ve ikinci şansın şükrü ile yaşama dört elle sarılıyorum.

“İNSAN İNSANA ŞİFADIR”

Bu hastalıkla mücadele sürecinizde neler yaşadınız anlatır mısınız?

Esma Altındağ: 1971 yılında Kars'ta doğdum. 8 çocuklu bir ailede geldim dünyaya. Atatürk Üniversitesi Sağlık Teknikerliği Bölümün'den mezun olup hem iş hem ev hayatının yoğun temposunda, hem de çeşitli zorluklarla mücadeleyle geçti hayatım. Daha sonra evlendim 3 çocuğum oldu. 3 çocuk annesi olarak tüm aile ve akrabalarımı bir arada tutmayı sık sık bir arada olmayı amaçlayan bir kadın oldum. 2018 yılında 4. evrede öğrendiğim kanserle mücadele etmeye başladım ve asla pes etmedim. Umudumu yitirmeden başaracağıma inanarak bir gün bile of demeden ağrılı ve sancılı süreçlerde bile hayata sıkıca tutunacak birçok sebep buldum. Hem kendime hem etrafıma umut ve moral olmaya çalıştım. Sevginin en büyük güç olduğuna her şeyin üstesinden gelineceğine ailenin ve sevdiklerinin varlığı ile hayatın ne kadar anlamlı olduğunu gösteren bir örnek oldu hayatım. Köşesine çekilip hayata küsmüş biri aksine hayatın tam ortasında olup hayata dört elle sarıldım ve yaşadım. En zor günlerimde bile nasılsın sorusuna “Şükür elhamdülillah iyiyim ve daha iyi olacağım” diyebilen nadir insanlardan olmaya çalıştım. Bu süreçte birden fazla geçirdiğim operasyonlara ve kemoterepilere rağmen sarılmanın, sevginin şifa olduğuna inanarak sevdiklerimden uzak durmadım, sıkı sıkı sarıldım herkesin yanında olmaya çalıştım ve onların da yanımda olmasına izin verdim. Bence insan insana şifadır. Sağlık en büyük nimettir. Pes etmemek en büyük yaşam gayesidir.

Bize hikayenize dair neler söylersiniz?

Reyhan Erdoğan: 52 yaşındayım, Denizli'liyim. Bundan 6 yıl önce hematoloji koridoru ile tanıştım. Lösemi dediler ne çabuk söylediler daha löseminin kanserin ne olduğunu bilmeden söylediler. Çok kolay söyledikleri hastalığımı çok zorlu günler geçirerek, dipleri görerek, diplerden zirveleri görerek, kendimi bularak çıktım. Kemoterapiler, tedaviler, ameliyatlar yani süreç çok zordu. Tedavim devam ederken kalp ameliyatı oldum. Rahim kanseri şüphesiyle rahmim alındı şükür sonuç temizdi. Tam iyileştim iyileşiyorum derken HPV virüsü çıkan siğiller yapılan cerrahi işlemler bunları atlatmadan Guillain-Barre Sendromu;  ben ona “Gül yabani” diyorum. Ardından Myastenia gravis, ardı ardına kesilmedi hastalıklarım. Biri yollarımı kapatıyor ben o yolu azimle geri açıyordum. Tam iyileşip ayağa kalkacakken hop diğer hastalıklar.  Misafirlerim ardı ardına ben hastalıklarıma davetsiz misafirlerim diyorum. Bana çok şey öğreten misafirlerim. Önceliklerimi hayata bakış açımı değerlerimi bana öğreten misafirlerim. Davetsiz misafirlerime vakitleri gelip gittikleri için teşekkür ediyorum. Eğer başınıza kötü bir şey geldi diye düşünüyorsanız sakın üzülmeyin. Kanser bir son değil sizin yazdığınız romanın mutlu biten hikayesi oluyor. Hayata nasıl tutundun neden bu kadar güçlüsün sorusunun cevabı ise, gerçekten çok güçlüyüm bunu biliyorum. Bildiğim  başka bir şey ise içim de küçük bir çocuk olduğu ve bu çocuğun hiç büyümediği. Hayallerim var küçük şeylerden mutlu olmayı biliyorum. Kendimi hasta olarak görmedim mesela. Hastane odasında yatarken kendimi 5 yıldızlı bir otelde dinlenmeye gelmişim uzun bir tatildeyim diye düşündüm. Hayal ettim çok yorulmuşum, küçücük dertleri büyütmüşüm boş yere takıntılarım varmış. Bir tatile ihtiyacım varmış. Ben hastane odamı, bu oteli tercih etmişim. Öyle bir otel ki içinde profesörü, doçenti, doktoru hemşiresi 7/24 benimle ilgileniyorlar. Yemem, içmem, kilom, tansiyonum, ateşim hepsini kontrol ediyorlar. Tatilim uzun sürdü evet ama  sonuç harikaydı. Serum direğinde rüzgar gülüm, duvarlarda resimler, şiirler, teşekkür mektupları. Dolabımda makyaj malzemelerim, boyama kitaplarım. Daha ne olsun ki. Belki beni güçlü kılan hayallerim ve içimde büyümeyen çocuktu. Tabii ki ailem, çocuklarım, torunum. Bu süreci benimle birlikte yaşayan ailem krizi çok iyi yönettiler. Bana hiçbir zaman hastaymışım gibi yaklaşmadılar. Hep tam destek oldular, bana çok inandılar. Belki de ben onların bana olan güvenini boşa çıkarmamak için Rabbimin de izniyle vazgeçmedim inandım ve inananlar da vazgeçmez diye düşündüm.

KANSER HAYATIMDAKİ EN KÜÇÜK TRAVMA

Sizin bu hastalığa dair anlatacaklarınız nelerdir?

Bahanur Yasemin: 1976 doğumluyum.  Ankara da oturuyorum evli ve bir kız çocuğu annesiyim. 2013 yılında acı acı çalan telefonda aldım kanser teşhisini. Kansersin kelimesini ilk duyduğum anda ailemle beraber doktorun odasında idim. Ben her şeye kendimi kapatıp doktorun kıyafetini muazzam pantolon ütüsünü gömleğinin beyazını inceliyordum. Tabi bu durumun tamamen ilk teşhis alındığında verilen bir şok etkisi olduğunu daha sonradan öğrendim. Beni kendime getiren şey 9 ay en fazla 1 yıl yaşar kelimesiydi. Birileri bana ömür biçiyordu. Sanki başrolü başkasının oynadığı bir film seyrediyordum. Bu hayat benim hayatım olmamalıydı. Daha 12 yaşında bir kız çocuğum vardı ve çok küçüktü. Onu emanet edeceğim hiç kimsem yoktu. Hiç kimse gözüm gibi baktığım kızıma benim gibi bakamazdı. Annenin yerini hiç kimse dolduramazdı. Tokat yemiş gibi hissettim. Kendimi toparladım hemen. Beni ben yapan içimdeki o güçlü kadın Bahanur'un sesine kulak vermem ve kendi hayatımın direksiyonuna geçmem gerekiyordu. Kızım için mücadele etmeliydim. O bir yıl boyunca her gün Allah'a yalvardım. Bir gün bir gün daha. Kızımın büyüdüğünü göreyim. Kanser benim hayatımda ki en küçük travma en küçük problem diye düşündüm. Ben ondan değil o benden korkmalı. Evet hazırlıklıydım artık. Sarkomun ardından gelen meme, daha sonra lenfomayı hepsini yendim. Bunu yaparken kendimi hiç sosyal hayattan koparmadım. Yaşama tutunmam için o kadar kıymetli nedenlerim vardı ki, beni seven bir eşim bana inanan bir kızım ve Yaradanım hepsi yanımda idi. İnancımı da kaybetmedim hiç derdi veren zorluğu veren hep kolaylığını da veriyordu, inancım beni hayata bağladı. Bana biçilen ömrün üzerinden 11 yıl geçti. 12 yaşındaki kızım büyüdü bu yıl üniversite mezunu oluyor. Annesinin hematoloji ve onkoloji koridorunda yaşadıklarından dolayı psikoloji bölümünü bitirip bu yıl psikolog oluyor. Bir yerde şöyle bir söz duymuştum. Birinin felaketi diğerinin mucizesi oluyordu. Bizde de öyle olmuştu. Benim zorlu sınavım kızıma gelecek olmuştu. Daha gidilecek çok yolumuz, kızımın dinleyeceği bizim gibi sonu mutlu biten çok hasta hikayesi var.

Kanseri oğlu ile tanıyan bir anne. Sizin bu hastalıkla yaşama süreciniz nasıl oldu?

Taş ustası Karadurak, Ankara Kitap Fuarı’nda Taş ustası Karadurak, Ankara Kitap Fuarı’nda

Çiğdem Kuzucu: 26 Eylül 1973 yılında Ankara'da dünyaya geldim. Her insanın hayatında onu güçlü olmaya iten kırılma noktaları vardır. Benim de bu durum doğuştan edinilmiş bir özellik sanki. Hikayem güçlü olma değil güçlü kalabilme hikayesi. Oğlum Erdi’yi tek başına büyüten bir anneydim. Erdi’yle aramızda uçurumlar değil köprüler olan bir anne -oğul ilişkimiz vardı. Bu sayede bugün yapmaya çalıştığım her şey gerçeklik içerir. Birlikte büyüdük, birlikte hayata tutunduk ve birlikte yol aldık, birbirimizden güç aldık, bunca yıllık ömrümde tek servetim oğlum Erdi’ydi. Yeryüzünde hiç bir anne evladını ebedi yolculuğuna çıkarmak zorunda kalmasın. Bir yazımda yaşadıklarımı şöyle ifade etmiştim: “Evlat kaybı hayatın bir anneye yaşam boyunca vurup vurabileceği tek bel altı vuruştur, havlu attırır. Genç ölenler yaşamadıkları hayatlar için, genç ölümleri yaşayanlar da genç ölenlerle yaşayamadıkları hayatlar için, zor ölümdür genç ölmek. Evet. Çiğdem Kuzucu kimdir? sorusunun cevabı cesarettir. Güçlü kalmayı başarabilmektir. Her ayrıntısına kadar evladının hayallerini gerçekleştirebilmektir. Evladın bir ormanda bir ağaçta nefes almasını sağlamaktır. Kütüphanesi olmayan okul kalmamasıdır. Uçurtmaların gökyüzünde özgürce uçabilmesidir. Hastane koridorlarında yalnız yürümemektir. Evinden uzakta bir şehirde açılacak kapı olması demektir. Bazen özlenen buram buram ev kokan bir yemek, bazen de kana kana içeceğin su olmasıdır. Üç tüp kanın bir Can'a dönüşmesidir. Her güçlü kadının cesaret edemediği bu ‘ışıklı yol’da yürüyebilmektir.

Muhabir: Zehra ŞAHİNDOKUYUCU