Herkesten habersiz, insanlığa sunulmayan edebi eserlerinin kimseye faydası olmadığı aşikar. Çünkü okur ve yazar, edebiyatın inşasına birlikte yardım eder ve onu geliştirir. Edebiyat; insanların kendilerini ve birbirlerini, dolayısıyla da dünyanın bütün olarak anlaşılmasında etkili bir rol oynar. Bunun içinse yazar ile okuyucunun ortak zeminlerde bağ kurması elzemdir. Bu bağı kurmanın temel yolunun özgünlük ve samimiyetten geçtiğini belirten Yazar-Şair Filiz Eda Tosun, “Her kalıba göre şekil alan yazarların okuyucusuyla arasındaki bağlar pamuk ipliğine bağlıdır. Gemici düğümü ise kendiniz olmakla alakalıdır. İlk düğümü okuyucu kendisi atar, işte bu yazara her zaman saygınlık ve gönül bağını kendiliğinden kazandırır. Siz olmanız yeterli…” dedi. Tosun, sorularımıza içtenlikle yanıt verdi.

·       Bize kendinizi tanıtır mısınız? Yazarlık ve şairlik süreci nasıl başladı?

Öncelikle söyleşi teklifiniz için çok teşekkür ederim. Bilinmeyen ve çok geniş kitlelere henüz hitap etmeyen benim gibi insanlara cesaret verici olduğu kadar da, okuyucu ile aramızda oluşturduğunuz bu köprü önemli. Başta size ve Başkent Gazetesi’ne teşekkür ederim. Aslen Erzurumluyum, 1977 yılında Bursa İnegöl’de dünyaya geldim. Yirmi beş yıllık evli iki erkek çocuk Miraç Ve Berat’ın annesiyim. Okumak isteyen ama babası tarafından okutulmayan bir kız çocuğunun notları olarak yazmaya başladım diyebilirim. Yazdıklarımın şiir olup olmadığını bile bilmiyordum. Yıllar sonra okuyucu ve edebiyat camiasından bazı kıymetli hocalarımın olumlu yönde değerlendirmeleriyle şiirde ilerledim. Yazarlık dersek de, burada dergilerin çok büyük bir rolü olduğunu söylemeliyim. Deneme ve öykü yazılarından sonra birçok eksiğimi fark ettiğim ve iyileştirip geliştirdiğim bir alandır. Özellikle Dil Edebiyat Dergisi’nde her ay bir nesne hakkında yazmaya başladığımda, bir okulda gibi hissediyor Sayın Murat Ertaş hocamın gerek önerdiği kitaplarla, gerekse “hayır bu olmamış sil baştan” diyerek yaptığı ikazlarla daha da fazlasını katmaya gayret gösteriyordum. Bugün yazar kimliğimi ve romanı konuşuyorsak evet, dergilerin çok büyük bir katkısı olmuştur. Buradan da bir kez daha emeği geçen herkese teşekkür ederim.

·       “Düşler De Çürür” isimli eserinizde anne fedakarlığı ile birlikte bir kızın, kardeşleri ile birlikte hayat mücadelesini ele aldınız. Kitabı yeni okuyacaklar için bize bu kahramanları ve sizinle olan bağlarını anlatır mısınız?

Evet, ilk başlarda çok mutlu bir aile olan ve başrolündeki kızımız Zeynep’le devam eden yaşanmış gerçek bir hikayedir. Babası Zeki bey ve annesi Yurdagül hanımın güçlü bağları ve Anadolu irfanıyla yetiştirdiği diğer çocukları Kerem, Kardelen, Kadir ve Yılmaz’ın da olduğu beş çocuklu bir aile… Ailenin temel taşı olan annelerinin vefatı ile sarsılmış gibi görünebilir ilk başlarda ama asıl sebebin bir hastalıkla temel taşlarının yerinden oynaması diyebilirim. Özellikle şizofreni hastası olan ailelerin okumasını arzu ettiğim bu romanı, aslında sebep ve sonuçlara bağlayacak olduğumuzda sosyal bir yaraya da işaret etmekti niyetim. Şahsımla olan bağları ise ailem…

“SİZ OLMANIZ YETERLİ…”

·       Anlatımınızdaki samimiyet ve gerçeklik, okurlarınızın dikkatini çekmiş durumda. Bu bağı korumak için özel bir çabanız var mı?

Sevildiğimin, saygı ve daha önemlisi güven duyulan birisi olarak gördüklerinin farkındayım. Tüm bu verilen değerler sorumluluğu da beraberinde getiriyor. Küçük yaşlarda aldığım büyük sorumluluklardan olsa gerek, koydukları yer ne kadar yüksek olursa olsun, nefsi bir duyguya kapılmaktan Allah’a sığınırım. Sarhoşluğun veya şımarıklığın yer aldığı noktada, okuyucu ile yazar arasında bir uçurum oluşur. Bağları kurmak için şu ya da bu formül diyemem, bunun bir formülü var mı onu da bilmiyorum. Fakat şunu biliyor, şuna inanıyorum: Siz olmanız yeterli… Her kalıba göre şekil alan yazarların okuyucusuyla arasındaki bağlar pamuk ipliğine bağlıdır. Gemici düğümü ise, kendiniz olmakla alakalıdır. İlk düğümü okuyucu kendisi atar, işte bu yazara her zaman saygınlık ve gönül bağını kendiliğinden kazandırır zaten…

“ROMAN TOPLUMU TANIMAYA DA YARAR”

·       Günümüz romanlarının çoğunda popülizm esintileri görmekteyiz. Kendi topraklarımızdan çıkan romanların kendi toplumundan uzak kalmasına ne gibi eleştiriler getirirsiniz?

Genelde roman okuyucuları, işlenmiş konunun gerçek bir hayat hikayesi olmadığını bilse de, gönüllü olarak inanır, kişi veya kişilerin karakterlerine göre de kendinde var olanı gün yüzüne çıkartabilir. Ağlıyorsa bir karakter o da ağlar. Koşuyorsa onunla birlikte terler. Evet, bugün popülizm esintilerini görüyoruz fakat roman toplumu tanımaya da yarar. Tarihte yaşanmış çeşitli görünümlerin ve yaşanmışlıkların resmini çeker. Tartışmaya ve sorgulamaya açar. Kendi toplumsal motifleriyle işlenmiş bir romanın gönüllerde bırakacağı izlerle bugün ilgi gördüğünü söylediğimiz popülizm romanlarının çok fazla tutunamayacağını düşünüyorum. Toplumsal, tarihsel, kültürel süreçlerinden uzaklaşıp, kendi topraklarına yabancı olup, batının renkleriyle bütünleşme çabasına karşılık bulmuş gibi görünsede, kalıcılık anlamında çok fazla yer edineceğini sanmıyorum. Roman, gerçeğin ve kurgunun harmanlanıp ortaya çıkan yaratıcılığın ürünüdür. Dolayısıyla romanlar, sadece yazarları için değil okurları için de bir yolculuktur. Romanlar aracılığıyla hayatın özüne doğru bir yolculuğa çıkar. İnsanlar, sınırlı ömürlerinde yaşama olanağı bulamadığı hayatları yaşar ve tanıma olanağı bulamadığı insanları tanır, hatta kimi zaman o insanlarla özdeşleşir. Popülerlik, estetiği ve sadeliği kalın bir cilt arasına alıyor olsa da, bu kısa vadeli bir geçiştir ve geçip gidecektir.
 

·       Edebiyat dünyasının en önemli sorunlarından bir tanesi, potansiyeli yüksek çoğu yazarın “bilgi kirliliğine” yenilip hak ettiği ilgiyi yakalayamaması… Çoğu yayınevi para kazanmak için eser niteliğine değil, isim tanınırlığına yatırım yapıyor. Bu da değerli yazarların yetişmesini ya da sesini duyurmasını engelliyor? Bu görüşe katılır mısınız?

Evet, maalesef popüler yazarlarla birlikte kapitalizm yayın evlerinden de fazlasıyla faydalandığı çok açık. “halk böyle istiyor” diyerek ortaya sunulan ama sanat kaygısı taşımayan, aynı kalıplardan oluşan, eleştirmeyen, sorgulatmayan, günübirlik duyguların işlendiği ve çoğunlukla aşk ve cinayet romanlarının para kazanma amacıyla oluştuğuna şahit oluyoruz. İsim tanınıyor olmasına gösterilen ilgiyi sadece yayın evleri değil, bugün belediyeler de yayın evleri kadar para saçıyor bu isimlere. Hem yayınevlerine hem de daha büyük kitlelere ulaşmanın sanıldığı kadar da zor olmadığını yine onlar gösteriyor bize. Kılıflara girmeden, özellikle bir duruşu ve ilkeleri olan yazarlar bazı hafif yolları seçmedikleri için de kitlesi azdır ve tanınmazlar. Onların var oluş çabaları o kadardır ve aynada kendilerine bakabilmek adına da tercih etmedikleri için kutlamak gerekir. Ben yazarım, yazdıklarımla vedalaşır arkama bir daha bakmam. Bundan sonra ne üreteceğim konusunda düşünmeye, araştırmaya, okumaya başlarım. Düzene uymaktansa, zamanın vereceği kararlara bırakmaktan başka güzel seçenek yoktur.

“KIRK YIL HATRI OLAN HATIRALAR DA ZAYIFLADI”

·       Dijital çağın tüm enstrümanlarına hapsolmuş gençlerde dejenerasyon belirtileri görülmekte. Bu sorunsala karşı size göre gibi adımlar atılmalı?

“Otomobil ihtiyacı olanlar bir an önce alışverişini tamamlamalı” “Otomobil ihtiyacı olanlar bir an önce alışverişini tamamlamalı”

Bu soruya sadece gençler üzerinden cevap vermek haksızlık olur. İnsan gücüyle değil de, robotların yönetmesiyle hareket eden duyguların gençler de farkında. Onlardan daha çok sosyal medya kullanıyoruz. İçmediğimiz kahvelerin resmini paylaşıp mutlu olmaya çalışıyoruz. Artık o kırk yıl hatrı olan, hatıralar da oldukça zayıfladı. Bu dejenerasyonu parçalamaya evvela birbirimize kaliteli zaman ayırarak başlamalıyız. İnsan ilişkilerimiz her geçen gün biraz daha azalıyor. Daha çok kavgaya, kine, öfkeye meyilli bireyler haline bürünüyor ve ufacık meseleler karşısında bile anlaşamıyor kavga ediyoruz. Çocuklar gözlerini açtığında, anne ve babasını ayrı odalarda buluyor. Gençler aynı evde kendine ait bir dünya kuruyor. İnsansız hava sahası diyorum o odalara. İletişim halinde olmaları için, iletişimde kalmak zorundayız. Eğitim noktasında ise benim önerim, hafta sonlarında gruplar halinde sınıf arkadaşları ile geçirecekleri bir zaman dilimini, sosyal aktivite olarak derste işlenmesi.

·       “Toplumdaki kadın” repertuarında kadın, bazı kitlelerce ona yüklenen bir takım görevleri yapmaya mecbur, bu sorumlulukların dışında hareket ettiği zaman ise bir tehdit unsuru olarak görülüyor. Kadını belirli yollardan inşa eden negatif tanımları nasıl kırabiliriz?

Kadınların, ilişkide oldukları kişi veya tanıdıkları birinden şiddet görme riski, tanımadıkları birine kıyasla çok daha yüksektir. Öldürülme, ciddi derecede yaralanma veya cinsel şiddete maruz bırakılmaktadır. Diğer bir taraftan kadınların “kadın” oldukları için karşılaştıkları birçok sıkıntılara baktığımızda, onların kendilerini güçlendirip geliştirmesine karşı olan erkek egemen zihniyeti... Kadın var oluşundan bu yana, “var olma” savaşını her alanda vermek zorunda bırakılmıştır. Ekonomik anlamda, sosyo-kültürel ve siyasi arenada kendilerini gösterdikleri kadar seslerini de duymaya başladılar. Alışılmış çaresizlikten kurtulan kadınlara karşı tahammül edemeyip kendilerini aşağı gören bazı kesimler, beden gücüyle karşılık veriyor. Eğitime yönelerek, hiçbir reklamın objesi haline gelmeden erkek ve kız çocuklarını önce “insan” ve “ahlak” aşısıyla geleceğe sağlıklı hazırlayan tüm anne ve anne adaylarına “kadına” selam olsun. Böyle kırabiliriz…

·       Geleceğe dönük yeni projelerinizden ip uçları verir misiniz? 

Devam eden bir şiir kitabı çalışması var. Denemeler ve şiir kitabı aynı anda çıkış yaparsa sanırım sürpriz olur ama bu kısım henüz bana da sürpriz olacak gibi. Şimdilik bu iki dosya arasında çalışmalara devam ediyorum.

Kaynak: Tolga ALCA